24 Şubat 2011 Perşembe

Abdülaziz Han

Osmanlı padişahlarının otuz ikincisi. Sultan İkinci Mahmud’un ikinci oğlu ve İslam halifelerinin doksan
yedincisidir. 1830 yılında doğdu. Annesi Pertevniyal Sultan Hanımdır. İyi bir tahsil görerek yetiştirildi.
Sultan Abdülmecid Hanın vefatından sonra 1861 yılında, 32 yaşında padişah oldu.
Abdülaziz Han, güçlü kuvvetli, ata sporlarından güreşe, ciride, ava meraklı, kahraman yapılı bir
hükümdardı. Halk kendisini sevmekte, ikinci bir Yavuz olarak görmekteydi. Üzerinde durduğu en
mühim mesele ordu ve donanmanın yeniden tanzim edilmesi, yeni usullere göre tekamül ettirilmesiydi.
Avrupa’dan elde edilen kredilerin pek çoğu bu sahada sarf edildi. Donanma, dünyanın sayılı
donanmalarından birisi oldu. Nizamiye, ihtiyat, redif ve müstahfız adıyla 700.000’i aşkın askeri bir
kuvvet hazırladı. Bunların top ve tüfek ihtiyaçları için de modern tesisler kurdurdu.
Sultan Abdülaziz Han, zeki, anlayışlı ve dünya siyasetine vakıf olduğu için saltanatının ikinci yılında
(1863) Mısır’ı ziyaret etti. Kalabalık bir heyetle beraber, Mısır’a yapılan bu gezi çok gösterişli oldu.
Yavuz Sultan Selim’den sonra Mısır’a gelen ilk Osmanlı sultanına halk çılgınca sevgi gösterilerinde
bulundu. Sultan Abdülaziz, Kahire’yi at üstünde dolaştı. Bu seyahat Mısır halkının Hilafet makamına
olan bağlılığının güçlenmesini sağladı.
1867 yılında Paris’te açılan büyük bir sergiyi görmek için imparator Napolyon’un davetini kabul ederek
Fransa’ya gitti. Oradan, İngiltere, Belçika, Almanya, Avusturya, Macaristan yoluyla memlekete döndü.
Bu seyahatlerinde Fransa imparatoru Üçüncü Napolyon, İngiltere Kraliçesi Victoria, Belçika Kralı İkinci
Leopold, Prusya Kralı Birinci Wilhelm, Avusturya İmparatoru ve Macaristan Kralı Birinci
Fransuva-Josef, Romanya Prensi Birinci Karol ile görüştü. Sekiz ülkeye gitti. Beş hükümdarla görüştü.
Balkanlarda Rusya ve diğer devletlerin desteklemesi ile çıkan isyanlar, devrinin en mühim
hadiselerindendir. Rumeli ve Girit’teki gayri müslim halkın ayaklanmaları devletin başına büyük gaileler
açtı. Karadağ, Sırp, Bulgar ve Girit isyanları ile hükümet hem nüfuz, hem de mali bakımdan kayıplara
uğradı. Karadağ’a yapılan savaşlar kazanılarak bu mesele bir müddet için kapandı. Sırbistan’da bazı
kalelerdeki askerlerin geri çekilmesi ile anlaşma yapıldı. Girit’teki isyan, başarılı bir askeri harekat ile
bastırıldı.
Mahmud Nedim Paşanın sadareti, hem dışta hem de içte devletin itibarının sarsılmasına sebeb oldu.
Tarafdarı olduğu Rus Sefiri İgnatiyef’in tavsiyeleri ile hareket eden Mahmud Nedim Paşa, aldığı
kararlarla Avrupa devletlerinin tepkisini çekti. Bilhassa devletin senelik ödediği borcunu beş sene
müddetle ödenmeyeceğini bildirmesi üzerine Avrupa’da Osmanlılar aleyhine gösteriler yapılmasına yol
açtı. Zaten Rusya’nın da istediği buydu. Nitekim, Ruslar bu karışıklıktan faydalanarak Balkanlarda
Panislavizm propagandasını yaygınlaştırıp büyük huzursuzluklar çıkardılar. 1875 yazında
Bosna-Hersek’te isyanlar çıktı. Bunu Rusya’nın teşviki ile 1876’da Sırbistan’ın Osmanlı Devletine
savaş ilanı takip etti. Osmanlı Devleti sıkıntılar içinde olmasına rağmen Sırbistan’ı kısa sürede mağlub
etti. Ardından Bulgaristan’da karışıklıklar çıktı ise de mahalli kuvvetlerle bastırıldı.
Sultan Abdülaziz Han, Balkanlardaki tehlikeli gelişmeyi önlemeye çalışırken daha önce görevlerinden
azl edilmiş bulunan Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdi paşalar ile Hasan Hayrullah Efendi ihtilal
hazırlığı yapıyorlardı. Bilhassa Hüseyin Avni Paşa, Mahmud Nedim Paşa tarafından azledilip,
sürüldüğü için padişaha kin bağlamıştı. “Kinim dinimdir” diyen bu adam, padişahı tahttan indirip
öldürmeye karar verdi. Londra’ya gidip İngilizlerle bu işi planladı. İkinci adam olan Midhat Paşa ise,
batı kültüründen ve din bilgilerinden tamamen yoksun birisiydi. Tuna valiliği zamanında yaptığı işler,
bilhassa İngilizler tarafından reklam edilerek şişirilmişti. İçki masalarında devlete ait kararlar alırdı.
Memleketi kurtaracak tek insanın kendisi olduğuna inanırdı (Bkz. Midhat Paşa).
Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdi ve Süleyman paşalar, padişahın tahttan düşürülmesi için geniş
bir propagandaya giriştiler. Halkın gözünde Sultan’ı küçültmek için çeşitli iftiralar yaydılar. 30 Mayıs
1876 Cuma günü sabahı, saat 04.30’da harekete geçtiler. Taşkışla’dan gelen taburlarla, Mekteb-i
Harbiyyenin 300 kadar talebesi, Dolmabahçe Sarayını çevirdi. Donanma da deniz tarafını kontrol altına
aldı. Sultan Abdülaziz Han kayıkla alınıp, Topkapı Sarayına götürülerek, Sultan Üçüncü Selim Hanın
şehid edildiği odaya hapsedildi. Sonra Fer’iyye Sarayına götürüldü.
4 Haziran 1876’da Avni Paşa, çoktan planlamış olduğu cinayeti saraydan elde ettiği adamlarına
yaptırdı. Cezayirli Mustafa Pehlivan, Mabeyinci Fahri Bey, Yozgatlı Pehlivan Mustafa Çavuş ve
Boyabatlı Hacı Mehmed Pehlivan, Sultan Abdülaziz Hanın kaldığı odaya zorla girdiler. Büyük
mücadeleden sonra iki bileklerini kesip dışarı kaçtılar. Avni Paşa çığlıkları duyar duymaz,
Kuzguncuk’taki yalısından Fer’iyye Sarayına geldi. Henüz ölmemiş olan Sultan Abdülaziz Han,
pencereden çıkartılan adi bir perdeye sarılarak yakın bir karakola nakledildi. Ölüm raporunu
imzalamak istemeyen iki doktordan birini Avni Paşa hemen Trablusgarb’a sürdü. Diğerinin de
apoletlerini söktü. Üç pehlivana maaş bağlanarak gerçeği açıklamaları önlendi. Sultan Abdülaziz’in
naaşını yıkayan imamlar, sonradan verdikleri ifadelerde, Sultanın iki dişinin kırık olduğunu, sakalının
sol tarafının yolunduğunu, sol memesinin altında büyük bir çürüğün bulunduğunu belirtmişlerdir.
Pehlivanlar da, yaptıklarını sonra itiraf etmişlerdir. İsmail Hami Danişmend 5 ciltlik İzahlı Osmanlı
Tarihi Kronolojisi adlı kitabında Sultanın ölüm sebebinin intihar olmayıp, cinayet olduğunu 31 delil ile
izah etmektedir. İntihar eden bir kimsenin iki bileğini küçük bir makasla kendisinin derince kesmesi adli
tıbba göre mümkün değildir. Sultanın cenazesi 5 Haziran 1876 günü büyük bir merasimle kaldırıldı.
Babası Sultan İkinci Mahmud Hanın Çemberlitaş’taki türbesine defnedildi.
Sultan Abdülaziz Han, on beş senelik saltanat zamanını Dolmabahçe Sarayında geçirdi. Zamanında
yeni asker elbiseleri kabul edildi. İlk defa posta pulu kullanıldı. Süveyş Kanalı açıldı. Sahillere deniz
fenerleri kondu. İstanbul’da tramvay işletilmeye başlandı. Galata Tüneli yapıldı ve işletilmeye başlandı.
Askeri Rüştiye Mektepleri ve Osmanlı Bankası açıldı. Devlet Şurası (Danıştay) ve Adliye Teşkilatı
kuruldu. Mahkeme-i Nizamiye, İcra Cemiyeti, Ceza, Cinayet ve Hukuk Mahkemelerini havi İstinaf
Mahkemesi, Temyiz Mahkemesi, gümrüklerle ilgili Rüsumat Eminliği, Merkez Bidayet Mahkemeleri
teşkil edildi. Yine Abdülaziz Han zamanında vilayet ve sancaklar yeni bir teşkilata tabi tutuldu. Maliye
Nezaretinin Muhasebe Meclisi genişletilerek Divan-ı Muhasebat (Sayıştay) kuruldu. Meclis-i Kebir-i
Maarif ve Tapu Umum Müdürlüğü ve Meclis–i Hazain teşkil edildi. Ahmed Cevdet Paşa başkanlığında
Mecelle Cemiyeti kuruldu. Maarif Teşkilat nizamları düzenlendi. Sultani Mektepleri (Liseler) ve Sanayi
Mektepleri açıldı. Fransa İmparatoriçesi, Avusturya İmparatoru, İran Şahı, Sultan Abdülaziz’i ziyaret
için İstanbul’a geldiler. Şark ve İzmir Demiryolları açıldı. Tıbbıye, Mülkiye, Orman ve Maden
Mektepleri, Darüşşafaka Lisesi açıldı. İtfaiye Alayı teşkil edildi. Erzurum’un müdafaası için yapılan
“Aziziye” tabyaları onun zamanında bitirildi.
Sultan Abdülaziz Han, Çırağan ve Beylerbeyi sarayları ile muhtelif yerlerdeki kasrları yaptırdı.

Abdülazîz Dehlevî

Hindistan'da yetişen hadis alimlerinin büyüklerinden. İsmi, Şah Abdülaziz bin Ahmed bin Abdurrahim
Gulam Hakim-i Faruki Dehlevi el-Ömeri’dir. Babası meşhur alim Şah Veliyullah-ı Dehlevi’dir. 1746 (H.
1159)da Delhi’de doğdu. 1824 (H. 1239)te orada vefat etti. İngiliz idaresine karşı hürriyet meş'alesini
ilk yakan kimselerden olduğu için, "Sirac-ül-Hind" lakabıyla da tanınır.
Babasından ve zamanının diğer alimlerinden ilim öğrendi. Hadis, tefsir, fıkıh, usul, akaid, kelam,
mantık, matematik, geometri, astronomi, tarih ve coğrafya gibi akli ve nakli ilimlerde yüksek dereceye
ulaşarak herkesin dikkatini çekti. Babasının vefatından sonra onun yerine ders vermeye ve talebe
okutmaya başladı. Abdullah-ı Dehlevi'nin en büyük talebesi, maddi ve manevi ilimler hazinesi Mevlana
Halid-i Bağdadi de, Abdülaziz-i Dehlevi'den hadis ilimlerinde icazet (diploma) aldı. Talebe yetiştirdi ve
elliye yakın eser yazdı. İngiliz idaresine karşı direnmelerde büyük rol oynadı. Müslümanların düştüğü
kötü ve zor durumların sebebinin, onların Kur'an-ı kerimden ve Peygamber efendimizin sünnetinden
ayrılmaları olduğunu anlattı.
Eserleri:
Abdülaziz-i Dehlevi hazretlerinin yazmış olduğu eserlerinin en kıymetlisi 1) Tuhfe-i İsna Aşeriyye'dir.
Farsça olan bu kitapta rafızi itikadında olan kimselerin bozuk yolda olduklarını vesikalarla isbat
etmiştir. Bu eser ilk olarak 1849'da Delhi'de, 1988'de İstanbul'da İhlas Vakfı tarafından basılmıştır.
Hindistan'da Muhammed bin Muhyiddin Eslemi tarafından Arapçaya tercüme edildi. Bu tercümeyi Irak
alimlerinden Muhammed bin Ali Süveydi ve Seyyid Mahmud Şükrü Alusi kısaltmışlardır. Alusi'ninki
Muhtasar-ı Tuhfe-i İsna Aşeriyye adıyla 1976 yılında İhlas Vakfı tarafından İstanbul'da basılmıştır.
Abdülaziz-i Dehlevi'nin diğer eserlerinden bazıları ise; 2) Tefsir-i Azizi, 3) Bustanü'l Muhaddisin, 4)
Ucale-i Nafia, 5) Sırr-üş-Şehadeteyn, 6) Azizü'l-İktibas fi fedail-i Ahyari'n-Nas, 7) Mizan-ül-Akaid,
8) Fetava-i Aziz'dir.

18 Şubat 2011 Cuma

Abdülaziz Debbağ

Kuzey Afrika'da yetişen evliyanın büyüklerinden. İsmi Abdülaziz bin Mes'ud Debbağ'dır. Peygamber
efendimizin soyundan olup hem seyyid, hem şeriftir. 1679 (H. 1090)da doğdu, 1720 (H. 1132)de vefat
etti. Fas'ta yaşadı.
Kaynaklarda hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Seyyid Ahmed bin Abdullah'ın talebesidir. Abdülaziz
Debbağ'ın menkıbelerini talebesi olan Ahmed bin Mübarek El-İbriz adlı eserinde toplamıştır.
Abdülaziz Debbağ buyurdu ki:
"Kulun düşüncesi, Allahü tealadan başkasına doğru yönelince, Allahü tealadan uzaklaşmış olur."
"Firdevs Cenneti'nde, bu dünyada işitilen veya işitilmeyen bütün nimetler mevcuttur. Cennet'in
ırmakları Firdevs Cenneti'nden kaynayıp, çıkar. Bir ırmaktan su, bal, süt ve şerab olmak üzere dört
türlü meşrubat (içecek) akar. Nasıl gökkuşağındaki renkler birbirine karışmadan durursa, bu dört
meşrubat da birbirine karışmadan akar. Bu ırmaklar müminin isteğine göre akar. Hangisini isterse o
akar ve onu içer. Bütün bunlar, Allahü tealanın iradesiyle olmaktadır."

Abdülaziz bin Suud

Suudi Arabistan Devletinin kurucusu ve ilk kralı. Babası Abdurrahman bin Faysal’dır. 1880’de Riyad’da
doğdu. 1902’de babasının ölümü üzerine Vehhabilerin başına geçti. Birinci Dünya Savaşında İngilizlerle birleşerek Osmanlılara karşı savaştı. O zaman Necid’de Suudoğullarından başka İbn-ür Reşid kabilesi de vardı. Bu kabile, Osmanlılara sadık kalıp, Türklerle birlikte İngilizlere ve Suudoğullarına karşı savaştı. Sulh olduktan sonra, Abdülaziz, İbn-ür Reşid’i gizlice şehid ettirdi. Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Harbinden mağlub çıkınca, toprakları galib devletler arasında paylaşıldı. 1919 senesinin ilk aylarında İngilizler, Mekke’yi, Şerif Hüseyin’den alarak Vehhabilerin reisi olan Abdülaziz’e verdiler. 1926’da ise, Suud Krallığının kurulmasını sağladılar. Uzun zaman Suudi Devletinin krallığını yapan Abdülaziz de 1953’te öldü. Yerine oğlu Prens Suud geçti.

Abdülaziz Bin Muhammed Bin Suud

Necid’de hüküm süren Suudoğullarının ikinci reisi. Babası, Vehhabiliği kuran Muhammed bin
Abdülvehhab’dır. Beni Hanife kabilesindendir. 1721’de doğdu. 1765’te babasının yerine geçip
Vehhabilerin ikinci reisi oldu. Babasının yolunu takib ederek otuz sene müddetle Vehhabiliği yaymak
için çeşitli kabileler ile mücadele etti. Mekke’ye saldırıp, pekçok Müslümanın canına kıydı. Daha sonra
Basra Körfezi sahillerine hücum ederek 1795’te Lahsa’yı ve Katif’i işgal ettirdi. Osmanlı Devletinin
Bağdat Valisi Süleyman Paşa, Vehhabiler üzerine ordu gönderdi. Yapılan çarpışmalar neticesinde
Vehhabilerle 1799’da bir antlaşma yapıldı. Bu antlaşma altı sene sürdü. Daha sonra tekrar Mekke
üzerine yürüyen Abdülaziz, Mekke emiri Şerif Galib ile mücadeleye girişti. 1798’de Mekke’ye
serbestçe girmeyi sağlayan Vehhabiler, Hicaz’da yayıldılar. Irak-Kerbela bölgesine oğlu Suud’u
gönderen Abdülaziz bin Muhammed bin Suud, Kerbela’yı yağmalattı ve toplu katliamlar yaptırdı. 1803
senesinde Taif’i işgal ettirip, yağmalattırdıktan sonra, Mekke’ye hücum etti. Mekke emiri Şerif Galib’in
kardeşi Şerif Abdülmü’min, Vehhabilerle anlaşarak kan dökülmesine mani oldu. 1803’te Mekke’ye girip
dört gün kadar Mekke’de kalan Vehhabiler, Cidde üzerine hücum etiler. Bu sırada Cidde’de bulunan
Şerif Galib, Cidde valisi Şerif Paşa ile birlikte Vehhabilere karşı koyarak onları mağlub etti. Bundan
sonra Abdülaziz bin Muhammed bin Suud, Necid’e çekildi. Daha sonra da hücumlarına devam ederek
Bahreyn ve Umman taraflarına hakim oldu. 1803’te Der’iyye’de öldürüldü.

Abdurrahman Tagi (Tahi)

On dokuzuncu yüzyılda Anadolu'da yetişen evliyanın büyüklerinden. İsmi Abdurrahman olup Tagi,
Tahi ve Nurşini nisbeleriyle bilinir. Üstad-ı azam ve Seyda isimleriyle meşhur olmuştur. 1831 (H. 1247)
senesinde doğdu. Bitlis vilayetine bağlı Nurşin (Çukur) nahiyesindendir. 1886 (H. 1304) senesinde
vefat etti. Kabri Nurşin'dedir.
Küçük yaştan itibaren ilim tahsiline başlayan Abdurrahman Tagi, fıkıh, tefsir, hadis vb. ilimlerde
yetiştikten sonra evliyanın büyüklerinden Seyyid Sıbgatullah Arvasi'ye talebe oldu. Onun sohbetlerinde
ve hizmetinde bulundu. Tasavvuf yolunda yüksek derecelere ulaştı. Seyyid Sıbgatullah hazretlerinin
yüksek talebeleri arasında yer aldı. Hocası tarafından ona, talebe yetiştirmek üzere icazet verildi.
Hocasının vefatından sonra insanlara Allahü tealanın dininin emir ve yasaklarını anlattı. Pekçok talebe
yetiştirdi. Abdurrahman Tagi, Sultan İkinci Abdülhamid Hanın, asrının müceddidi olduğunu bildirdi.
Pekçok kerametleri görülen Abdurrahman Tagi hazretlerinin on dokuz halifesi vardır. Bunlar: Fethullah
Verkanisi, Abdurrahman Nurşini, Molla Reşid Nurşini, Allame Molla HalilSiirdi'nin torunu Abdülkahhar,
Abdülkadir Hizani, Seyyid İbrahim Es'irdi, Abdülhakim Fersafi, İbrahim Ninki, Tahir Abiri, Abdülhadi,
AbdullahHurusi, İbrahim Çuhruşi, Halil Çuhruşi, Ahmed Taşkesani, Muhammed Sami Erzincani,
Abdullah Subaşı, Halife Mustafa Bidlisi, Hacı Süleyman Bidlisi, Hacı Yusuf Bidlisi, Hacı Yusuf
Köşki'dir.
Bunlardan Fethullah Verkanisi'nin halifesi Muhammed Ziyaüddin Nurşini, Abdurrahman Tagi'nin
oğludur. Abdurrahman Tagi'nin sözlerini halifelerinden İbrahim Çukruşi toplayarak İşarat ismini
vermiştir. Çok kıymetlidir. Abdurrahman Tagi'nin oğlu Muhammed Ziyaüddin Nurşini Adıyamanlı
Abdülhakim Hüseyni Efendinin hocasıdır.

Abdurrahman Şeref

Abdurrahman Şeref Bey
Devlet adamı, tarihçi ve Osmanlı Devletinin son vak’anüvisti. 1853'te İstanbul’da doğdu. 1925'te öldü. İlk tahsiline Eyüp mahalle mektebinde başladı. Eyüp Rüşdiyesinde okudu. Bundan sonra 1873’te Mekteb-i Sultaniyi yani Galatasaray Lisesini bitirdi. Mahrec-i Aklam adlı mektebe umumi tarih hocası oldu. Bu vazifesinden sonra da Mekteb-i Sultanide daha sonra da, Muallim Mektebinde umumi tarih hocalığı yaptı. Daha sonra Mülkiye Mektebine müdür oldu. Burada genel coğrafya, Osmanlı tarihi, İslam tarihi, istatistik ve ahlak dersleri okuttu. Sonra da Darülfünuna devletler tarihi hocası oldu. Pekçok yerde hocalık ve müdürlük vazifeleri yaptıktan sonra, Defter-i Hakani Nezaretine, A’yan meclisi üyeliğine,
Maarif Nazırlığına tayin edildi. İki defa Maarif Nazırı oldu. Bu vazifesinin yanında telif edilen eserleri tetkik komisyonu üyeliği, vak’anüvistlik, Tarih-i Osmani Encümeni Reisliği ve A’yan Heyeti ikinci reisliği gibi vazifeler verildi.
Birinci Dünya Savaşından sonra İttihat ve Terakki hükumeti iktidardan çekilince yeni kurulan Müşir
İzzet Paşa kabinesinde önce Posta ve Telgraf Nazırı sonra da Devlet Şurası başkanı oldu. Salih Paşa kabinesinde önce vekaleten sonra da asaleten Maarif Nazılırlığı yaptı. Salih Paşa istifa edince açıkta kaldı. Kuvay-ı Milliye İstanbul’a gelip A’yan Heyeti kaldırılınca, Abdurrahman Şeref’in a’yan üyeliği sona erdi. Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisinin ikinci seçim devresinde, 1923’te İstanbul Milletvekili oldu. Ankara’ya gidip Kızılay’a başkan seçildi. Milletvekilliği sırasında hastalandı ve
İstanbul’a döndü. 1925’te öldü. Mezarı Edirnekapı’dadır.
Devlet adamlığından ziyade tarihçiliği ile meşhur olan Abdurrahman Şeref, saliseden balaya kadar bütün rütbeleri kazanmıştı.
Eserleri şunlardır:
Fezleke-i Tarihi Düvel-i İslamiye (İslam Devletleri tarih özeti), Tarih-i Devlet-i Osmaniye, Fezleke-i
Tarih-i Devlet-i Osmaniye, Zübdet-ül-Kısas, Tarih-i Asr-ı Hazır (Yaşadığımız asrın tarihi), Harb-i
Hazırın Menşei (Birinci Dünya Harbinin sebeplerine dairdir), Sultan Abdülhamid-i Sani’ye Dair,
Tarih Muhasebeleri, Umumi Coğrafya-yı Umrani, İlm-i Ahlak ve İstatistik, Lütfi Tarihi’nin sekizinci
cildini hazırlamış ve Tarih-i Osmani Encümeni ve Türk Tarih Encümeni mecmualarında pekçok
makaleleri neşredilmiştir.

Abdurrahman Sufi

Onuncu asırda yaşamış ünlü Müslüman astronomi alimi. İsmi Abdurrahman bin Ömer bin Muhammed
bin Sehl es-Sufi olup, künyesi Ebü'l-Hasan'dır. Batı dünyasında Azophi İlbermosofim Jeber Mosphim
Abu Hassin gibi isimlerle tanınır. 903 (H. 291) senesinde Tahran civarındaki Rey şehrinde doğdu. 986
(H. 376) senesinde vefat etti.
Zamanın alimleri arasında seçkin bir yeri olan Abdurrahman Sufi, aklının, zekasının keskinliği ve
yapmış olduğu astronomik hesaplarla meşhur oldu. Büveyhi Hanedanından Melik Alaüddevle ve oğlu
Şerefüddevle zamanlarında yaşadı. Büyük ilim merkezi olan Bağdat'taki ilmi çalışmalarını sürdürüp,
astronomide yeni bir devir başlattı. Yazdığı Kitabün fil-Kevakib-is-Sabite ve Kitab-ul-Amel
bil-Usturlab adlı eserleriyle doğulu ve batılı bilginlerin dikkatini çekti. Binlerce yıldızı, senelerce
inceleyerek yerlerini tesbit etti. Yıldızların hacimlerini, yaklaşık olarak hesapladı. Görünen yıldızlar
yanında görülmeyen sayısız yıldız olduğunu belirtti. Hazırladığı astronomik cetveller, kendisinden önce
hazırlanmış olan cetvellerden daha düzenli ve doğruydu. Batlemyüs'ü (Ptolemy) tenkid etti, yorumladı
ve yeni nazariyeler ortaya koydu. Ortaya koyduğu bilgileri, araştırma ve gözlemleriyle vesikalandırarak
sağlam esaslar üzerine oturttu. Yıldız ve gezegenlerin yer ve şekillerini varlık halinde bizzat kendisi
çizerek tesbit etti. Göklerin haritasını çizdi, renklendirdi ve onu yıldızlarla süsledi. Özelliklerini açıkladı.
Yıldızların eski ve yeni isimlerini, Arapçadaki adlarını tesbit etti. Böylece İslam dünyasında astronomi
ilminin terminolojisini meydana getirdi. Bu terimlerden doksan dört adedi günümüz modern
astronomisinde kullanılmaktadır. Ayrıca bir de gökyüzünü andıran küre yaptırdı. Astronomi tarihi
açısından büyük önem taşıyan Suver-ül-Kevakib adlı eserinde Müslümanların sabit yıldızlar
hakkındaki doğru bilgilerini ortaya koydu. Bu eseriyle İslam ve batı ilim dünyasında derin izler bıraktı.
Bu eseri Biruni üzerinde etkili oldu. Biruni başta olmak üzere ünlü kozmoğrafya bilgini Zekeriya Kazvini
ve büyük astronomi alimi Uluğ Bey onun tesirinde kaldılar.
Abdurrahman Sufi'den, ortaçağ Avrupa dünyası ve Rönesans döneminde şu şekilde istifade edilmiştir.
Sufi'nin Suver-ül-Kevakib eseri Latinceye tercüme edildi. Castilla-Leon Kralı Onuncu Alfonso
astronomik faaliyetleri yoluyla Avrupa bilim dünyasında Sufi'yi tanıttı. Alman astronomi bilgini Petrus
Agianus'un bazı eserleri ile onu batı dünyasında tanıttı. T. Hyde'nin, Uluğ Bey'in Zic'ini tercüme ve
tefsir etmesiyle Sufi'yi dolaylı olarak batıya tanıttı. Petrus Agianus, Sufi'nin Suver-ül-Kevakib
eserinin Arapçasını kullandı. Eserlerinden bazılarında yıldız ve burç isimlerini Sufi'den almış hatta
yıldız haritalarından birine Sufi tarafından tarif edilen Arabi isimli yıldız kümelerinden bazılarına yer
vermiştir. On dokuzuncu asırda Fransız bilgini J.J.A. Cauissin de Perceral, Abdurrahman Sufi'nin
Suver-ül-Kevakib adlı eserini bütünüyle Fransızcaya tercüme etti. Ayrıca eserin tamamı
H.C.F.C. Schjellerup tarafından Fransızcaya tercüme edilerek 1874'te Description des étoiles
fixes adıyla Petersburg'da yayınlanmıştır. 1986 senesinde Frankfurt'ta yeniden basıldı. Diğer önemli
eseri Kitab-ul-Amel bil-Usturlab 1962 senesinde Haydarabad’da neşredildi. Ayrıca 1985 senesinde
Fuat Sezgin tarafından diğer eserleriyle birlikte yayınlandı. Modern astronomide Abdurrahman Sufi'nin
eserlerinden istifade edilmektedir. Günümüzde Nebulalardan biri, onun eserlerinin ışığında
keşfedilmiştir.
Eserleri:
1) Kitab-ül-Ercuze fil-Kevakib-is-Sabite, 2) Kitab-üt-Tezkire, 3) Kitabu Metarih- uş-Şucaat, 4)
Kitabu Suver-il-Kevakib, 5) Kitab-ül-Amel bil-Küret-il-Felekiyye.

Abdurrahman Nesib Efendi

Osmanlı Devletinin yüz yirmi ikinci şeyhülislamı. İsmi, Abdurrahman Nesib’dir. Babası, Üsküp kadısı
Halil Feyzi Efendidir. 1842 (H.1258) tarihinde Üsküp’te doğdu. 1913 (H.1332)te İstanbul’da vefat etti.
Zamanının alimlerinden ilim tahsil etti. Liphovalı Kadı Süleyman Efendiden güzel yazı (hüsn-i hat)
öğrendi. Muhammed Efendiden Rıfaiyye yolunun edeblerini öğrendi. Gülşeniyye yolu büyüklerinden
Edirneli Şerefüddin Şuayb Efendinin sohbetlerinde bulunarak tasavvufta yükseldi. 1863’de İstanbul’a
gelerek Fatih dersiamlarından Mustafa Şevket Efendinin talebeleri arasına girdi ve tahsilini tamamladı.
Daha sonra Muallimhane-i Nüvaba (kadı, hakim yetiştiren okul) girerek maaşsız memur oldu. Burada
stajını tamamlayıp, diploma aldı. 1868 senesinden itibaren Anadolu, Rumeli ve Mısır’da çeşitli
vazifelerde bulundu. 31 Aralık 1911 tarihinde yetmiş iki yaşında olduğu halde, ittihatçıların iş başına
getirdiği Musa Kazım’ın şeyhülislamlıktan ayrılması üzerine Said Paşa hükumetinde şeyhülislamlık
vazifesine getirildi. 1912 senesinde Said Paşa kabinesi ile birlikte istifa ederek şeyhülislamlıktan
ayrıldı. 1913 senesinde Bakırköy’deki evinde ibadet ve ilmi çalışmalarla meşgul iken vefat etti.
Bakırköy Kabristanında annesinin yanına defnedildi.
İkinci Mecidi, Üçüncü Osmani nişanlarıyla taltif edilmiş olup, altmış yıla yakın memuriyeti esnasında
çalışkanlığı, doğruluğu, alçak gönüllülüğü ve ehliyeti ile unutulmaz bir isim bırakmış olan Abdurrahman
Nesib Efendi, hukuk ilmi yanında tasavvuf ilmine de aşina (hallenmiş) bir zattı. Muhyiddin-i Arabi’nin
eserleri üzerinde çalışmalar yapmış bunlardan yaptığı tercümeleri neşretmiştir.

Abdurrahman Hibri

Osmanlı alimi, tarihçi ve şair. 1603 (H. 1012)te Edirne’de doğdu. 1676 (H.1087)da Serez’de vefat etti.
Ulemadan Hüseyin Efendinin oğludur. İlk tahsilini Edirne’de, medrese tahsilini ise İstanbul’da yaptı.
Medrese tahsilini tamamladıktan sonra çeşitli medreselerde müderrislik ve değişik şehirlerde kadılık
yaptı. Siroz’da kadı iken vefat etti.
Din ilimlerinde ehil bir alim olduğu gibi, tarih ve edebiyata da vakıftı. Pekçok eser yazmıştır. Başlıca
eserleri şunlardır:
1. Riyad-ül-Arifin; Hüseyin Vaizi’nin Hadis-i Erbain adlı eserinin tercümesi ve şerhidir.
2. Enis-ül-Müsamirin; on dört bölümden meydana gelen bu eser bir cilttir. Konusu tarih olup,
Edirne’nin fethi ve fethinden sonraki hadiselerden bahseder. Ayrıca bu eserde Edirne’de yetişmiş olan
meşhur zevatın hayatlarını kısaca yazmıştır. Edirneli Ahmed Efendi tarafından üç büyük cild halinde
şerh edilmiştir.
3. Defter-i Ahbar; tarihe dair bir eser olup, altı defter ve bir hatimedir.
4. Hadayık-ul-Cinan; sekiz bab halinde olup, dini hikayeleri ihtiva eden bir eserdir.
5. Divançe,
6. Nücumdan Evkat-ı Hamseye Dair Risale,
7. Tarih-i Feth-i Bağdad,
8. Tarih-i Feth-i Revan.

Abdurrahman Gazi

Osmanlı Devletinin kuruluşunda büyük hizmetleri geçen mücahid kumandan, fethi dillere destan olan
Aydos Kalesinin fatihi. Doğum tarihi ve yeri bilinmemektedir. Ertuğrul Gazi zamanında başlayan cihad
hizmetini Osman Gazi ve oğlu Orhan Gazi devirlerinde de devam ettirdi. Osman Gazi ve Orhan
Gazinin gözü pek kumandanlarından ve silah arkadaşlarındandı.
Abdurrahman Gazi ve diğer mücahid gaziler, sonradan üç kıt’a ve yedi iklime hükmeden Osmanlı
Devletinin kuruluşunda en önemli rolü oynadılar. Akça Koca, Samsa Çavuş ve Konur Alp, Akyazı, İznik
ve İzmit ile meşgul olurken, Abdurrahman Gazi de İstanbul tarafındaki hisarlara akınlar düzenledi.
Bursa fethedilinceye kadar, Bizans sınırında uç beyi olarak hizmetlerde bulundu.
1328 senesinde Orhan Gazi, Abdurrahman Gazi ile Konur Alp’i Aydos Kalesinin fethi ile görevlendirdi.
Bu kalenin istihkamları çok sağlam olduğundan, kalenin fethi uzadı. Bu arada kale tekfurunun kızının
gördüğü rüyadan sonra yazdığı mektup üzerine yapılan hareket neticesinde kale fethedildi. Orhan
Gazi kale tekfurunun Müslüman olan kızını Abdurrahman Gazi ile evlendirdi. Abdurrahman Gazi
bundan sonra İznik üzerine akınlarda bulundu.
Tarihe altın harflerle geçen bir çok kale fethine ve meydan muharebelerine iştirak eden Abdurrahman
Gazi, 1329 senesinde vefat etti. Kabrinin Eskişehir yakınında kendi adı ile anılan köyde olduğu rivayet
edilmektedir.

Abdurrahman Bin Mehdi

Basra’da yetişen büyük hadis ve fıkıh alimi. Tebe-üt-Tabiinin büyüklerindendir. İsmi, Abdurrahman bin
Mehdi bin Hassan el-Basri el-Anberi’dir. Künyesi Ebu Said’dir. İnci ticaretiyle meşgul olduğu için
El-Lü’lüi nisbesiyle bilinir. 752 (H.135) senesinde Basra’da doğdu. 813 (H.198) senesinde Basra’da
vefat etti.
Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Abdurrahman bin Mehdi, Kur’an-ı kerimi ezberledi. Kıraat yani
Kur’an-ı kerimi okuma ilmini öğrendikten sonra devrin tanınmış alimlerinin ilim meclislerine devam etti.
On beş yaşından itibaren hadis öğrenmeye başladı. Şu’be, Malik bin Enes, Süfyan bin Uyeyne, Süfyan
es-Sevri, Eymen bin Nabil, Cezir bin Hazım, İkrime bin Ammar, Mehdi bin Meymun gibi zatlardan
hadis-i şerif dinledi ve rivayet etti. Hadis ilminde hafız derecesine ulaşıp yüz bin hadis-i şerifi
senetleriyle birlikte ezberledi. Bu alimlerden fıkıh ilmi de öğrenip kendini yetiştirdi. Fıkıh ilminde imam
sayılabilecek dereceye yükseldi. Onun zamanında Basra’da kadılık ünvanına ondan daha layık birinin
bulunamaması, onun fıkıh ilmindeki derecesini göstermektedir.
Hadis ve fıkıh ilminde yüksek derece sahibi olan Abdurrahman bin Mehdi, ilim öğretip pekçok alim
yetiştirdi. Ahmed bin Hanbel, Yahya bin Main, İshak bin Raheveyh ve Abdullah bin Mübarek gibi zatlar
ondan ilim öğrendiler ve hadis-i şerif rivayet ettiler. 796 senesinden itibaren Bağdat’a yerleşti. Orada
ilim öğretmekle ve hadis-i şerif rivayetiyle meşgul oldu. Basra muhaddislerinin ilmini, rivayet yollarını,
şeyhlerin ve ravilerin hallerini iyi bilen hadis hafızı olarak tanındı. Bundan dolayı onun şöhreti her
tarafa yayıldı. Onun Bağdat’taki ilim meclisleri büyük rağbet gördü. İmam-ı Malik’in fıkıh metodunun
Basra ve yöresine yayılmasında önemli rol oynadı. Mu’tezile ve Cehmiyye fırkalarının Allah’ın sıfatları
konusundaki bozuk fikirlerine şiddetle karşı çıktı. Müslümanlar arasında ihtilaf, fitne ve karışıklığa
sebep olan bozuk fikir cereyanlarına karşı Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadını savundu. Bu sapık fikirleri
yaymaya çalışanlarla mücadele etti.
Yüksek ilim ve güzel ahlak sahibi olan Abdurrahman bin Mehdi, kuvvetli bir hafızaya sahip, titiz ve sika
(güvenilir) bir hadis alimiydi. Zamanındaki bütün hadis alimleri onun üstünlüğünü kabul etmişlerdi.
Ahmed bin Hanbel hazretleri onun için; “Sanki hadis için yaratılmıştır.” derdi. Hadis-i şerifleri
yazmaktan çok ezberlemeye önem verir, hadisleri manalarıyla değil lafızlarıyla rivayet ederdi. 20.000
hadis-i şerifi ezbere yazdırması onun hafızasının kuvvetliliğini ve hadis ilmindeki derecesini gösterir.
Abdurrahman bin Mehdi hazretleri ilmiyle amel eden, İslam dininin emirlerini nefsinde yaşıyan bir zat
idi. Kahkaha ile gülmez, sadece tebessüm ederdi. Her gece Kur’an-ı kerimin yarısını okur, iki günde bir
hatim ederdi. Onun sohbetine ve ilim meclisine gelenler huzurunda oturdukları zaman başlarında sanki
kuş varmış gibi gayet edepli ve dikkatli otururlardı. Onun bulunduğu mecliste, ilim, edep ve ciddiyet
hakimdi. Gece sabaha kadar ibadetle meşgul olurdu.
Abdurrahman bin Mehdi’nin rivayet ettiği hadis-i şeriflerden bazıları:
İlim hususunda birbirinize faydalı olunuz. Birbirinizden gizlemeyiniz.
İlimdeki hıyanet maldaki hıyanetten daha kötüdür.
Bütün çocuklar müslümanlığa elverişli olarak dünyaya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları
Hıristiyan, Yahudi ve dinsiz yapar.
Kıyamet gününde sizin ve babalarınızın isimleriyle çağrılırsınız. Onun için güzel isimler
koyunuz.
Abdurrahman bin Mehdi hazretleri buyurdu ki: “İnsanın ilme olan ihtiyacı, yemeye içmeye olan
ihtiyacından daha fazladır.”
“Mü’minde küfürden sonra yalandan daha kötü bir haslet yoktur. Çünkü yalan, en şiddetli bir nifak
(münafıklık) alametidir.”
“Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadına sarıl, Ehl-i bid’at ile oturup kalkma. Onların yanına gitmek onlara
kıymet vermek olur.”

Abdurrahman Bin Avf

Eshab-ı kiramın büyüklerinden. Cennet'le müjdelenen on kişiden ve ilk Müslüman olan sekiz kişiden
biri. Babasının ismi, Avf bin Abd-i Avf, annesinin ismi Şifa binti Avf'tır. Soyu, dedelerinden Kilab bin
Mürre'de Resulullah efendimizle birleşmektedir. Müslüman olmadan önce ismi Abd-i Amr, Abdülkabe
veya Abdülharis idi. Müslüman olduğu zaman Peygamber efendimiz tarafından Abdurrahman olarak
değiştirildi. Fil Vak'asından on yıl sonra 580 senesinde Mekke'de doğdu, 651 (H. 31)'de Medine-i
münevverede vefat etti.
Hazret-i Ebu Bekr'in teşvikiyle Müslüman olan Abdurrahman bin Avf, Müslüman olmadan önce
ticaretle meşgul olurdu. Müslüman olduktan sonra müşriklerin (puta tapanların) çeşitli zulüm ve
işkencelerine maruz kaldı. İlk defa Habeşistan'a, sonra da Medine-i münevvereye hicret etti.
Peygamber efendimizin bütün gazalarında bulundu. Uhud Muharebesinde 20 yerinden yaralandı. Bu
yaralarından birisi sebebiyle ayağı topal kaldı. Ayrıca 12 dişi kırıldı. Peygamber efendimiz onu
Medine'de Sa'd bin Rebi ile kardeş yaptı. Sa'd bin Rebi ona malının yarısını teklif etti ise de, bu teklifi
kabul etmedi. Medine'nin Kaynuka Çarşısında ticaret yaparak kısa zamanda çok zengin oldu. "Taşa
uzansam, o taşın altında ya altına veya gümüşe rastladığımı görürüm." buyururdu.
Abdurrahman bin Avf, Resulullah'ın sağlığında Allah yolunda çok mal harcadı. Uhud Savaşı
esirlerinden 31 tanesinin fidyelerini ödeyerek azad ettirdi. Muhtaçlara 40 bin dirhem altın ve Tebük
Seferi için 500 at ve 500 yüklü deve verdi.
Tebük Gazasından dönüşte Resulullah efendimiz bir yere gitmişlerdi. O sırada Eshab-ı kiram sabah
namazı geçiyor diye Abdurrahman bin Avf'ı imamete geçirdiler. Peygamber efendimiz gittikleri yerden
dönerek ikinci rek'atte ona uydular ve namazdan sonra; "Bir peygamber salih bir kimsenin
arkasında namaz kılmadıkça ruhu kabz olunmaz." buyurarak, Abdurrahman bin Avf'ın kıymetini
ifade ettiler.
Dumet-ul Cendel'e giden orduya, Resulullah'ın emriyle kumandanlık yaptı. Resulullah'ın vefatından
sonra Eshab-ı kiramın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) müşküllerini hallederdi. Hazret-i Ebu
Bekr ve hazret-i Ömer zamanlarında şura (danışma) üyesiydi. Ticareti de elden bırakmazdı. Hazret-i
Ömer vefat ederken halifeliğe aday gösterdiği 6 kişiden biriydi. Bu adaylar arasında kendi hakkından
feragat ederek (vaz geçerek) hakem oldu. Hazret-i Osman halife seçildi ve ilk önce kendisi biat etti.
Hazret-i Osman zamanında sakin bir hayat yaşayan Abdurrahman bin Avf 651 (H. 31)de 75
yaşındayken vefat etti. Cenaze namazını halife hazret-i Osman kıldırdı. Cennet-ül-Baki Kabristanına
defnedildi.
Çok cömert ve hayırsever bir zat olan Abdurrahman bin Avf, Peygamber efendimizin zamanında üç
defa malının yarısını Allah yolunda verdi. Birinci defasında dört bin, ikinci defasında kırk bin dirhem ve
üçüncü defasında kırk bin altın tasaddukta bulundu. İri yapılı, beyaz tenli, güzel yüzlü olup, sevimli idi.
Her halinde ve işinde Resulullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) bağlı olan Abdurrahman bin Avf
radıyallahü anh, Resulullah'ın feyz ve ilminden çok istifade etmiş, fazilet ve kemalat itibariyle yüksek
dereceye kavuşmuştu. Allah korkusu, Resulullah sevgisi, doğruluk, iffet ve şefkatle doluydu. Dünya
malına ve servetine hiç değer vermezdi. 65 hadis-i şerif rivayet etmiştir. Bazı büyük sahabiler
kendisinden hadis-i şerif rivayetinde bulunmuşlardır.
Cennet'le müjdelenenlerdendi. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem onun hakkında; "Göktekiler ve
yerdekiler katında sen eminsin." buyurdu.
Resulullah'tan bizzat rivayet ettiği hadis-i şeriflerden bazıları:
Dikkat edin, Cennet için hazırlanan yok mudur? Kabe'nin Rabbine yemin olsun ki, Cennet'te
tehlike diye bir şey yoktur. Cennet parlayan bir nur, etrafa yayılan bir kokudur. Binaları
kuvvetlidir. Irmakları devamlı akar, bol ve kemale ermiş meyve yeridir. Orada huriler vardır.
Cennet'te üzüntü ve keder yoktur. Nimetleri devamlıdır. Eshab-ı kiram; "Biz O'na hazırlanmışız."
dediler. Bunun üzerine Resul-i ekrem: "İnşaallah deyiniz." buyurdu ve cihadı anlattı.
Bir yerde veba hastalığının çıktığını duyduğunuz vakit oraya gitmeyiniz. Bulunduğunuz yerde
veba görüldüğü vakit kaçarcasına oradan uzaklaşmayınız.
Serveti çoğaltanlar helak oldu. Ancak Allah'ın fakir kullarına verip, bu servet ile hayırlı amel
işleyenler müstesna. Ne yazık ki bu gibiler de azdır.

Abdurrahman Arvasi

Doğu Anadolu'da yetişen evliyanın büyüklerinden. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem)
soyundan olup, seyyiddir. Seyyid Abdullah'ın oğludur. Van'ın Müküs (Bahçesaray) kazasına bağlı
Arvas köyündendir. On sekizinci (hicri on üçüncü) asırda yaşamıştır. Kabri Hoşab (Güzelsu)dadır.
Babası, henüz o doğmadan vefat etmiş olan Abdurrahman Arvasi'nin yetişmesine annesi çok ihtimam
gösterdi. Küçük yaşından itibaren ilim tahsiline başladı. Yedi-sekiz yaşlarına geldiği zaman Arabi
ilimlerde geniş bilgi sahibi oldu. Biraz büyüyünce, babasının talebeleri kendisini babası yerine koyup
ondan okudular. Din ve fen ilimlerinde daha yüksek derecelere ulaştı. Ömrünü ilim ve tasavvufun
yayılması için harcayan Abdurrahman Arvasi "Alim-i Arvasi", "Havas ve Avamın Mürşidi" yahud "Kutb-i
Arvasi" diye meşhur oldu. Bir medrese ve bir dergahı Arvas'ta, bir medrese ve bir dergahı Hoşab'da
olmak üzere iki medrese ve iki dergahı vardı. İstanbul, Mısır, Irak, Hicaz ve diğer yerlerde
çözülemeyen meseleler onda hallolurdu. Abdurrahman Arvasi, Sultan İkinci Mahmud Han-ı Adli'nin
iltifat ve ihsanlarına kavuştu. Kadiri ve Çeşti yollarında talebe yetiştirir, binlerce halk aşığı sohbetine
gelir istifade ederlerdi. Nasihat ve irşad için uzak memleketlere mektuplar gönderirdi. Pekçok
kerametleri görülmüştü.
Bir gün hanımı, Seyyid Abdurrahman Arvasi hazretlerine; "Efendim, gelenimiz, gidenimiz çok. Beylerin,
paşaların, havassın ve avamın hanımları da geliyorlar. Büyük bir kapıya geldiklerini bildiklerinden,
çeşitli elbiseler ve kıymetli entariler giyiyorlar. Benim üstümde ise sadece bu entari durur. Mümkünse
bir entari daha yaptırsanız da arada bir onu giysem." dedi. Seyyid Abdurrahman Arvasi; "Sen git
mutfağında teknedeki hamurla meşgul ol." buyurdu. Tekneyi hamurla değil altınla dolu buldu. Koşup
efendisine geldi. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da; "Beni affet, bundan sonra senden bir şey
istemeyeceğim." deyip özür diliyordu.
Seyyid Molla Abdullah, Hacülharemeyn, Seyyid Molla Lütfullah, Seyyid Molla Efendi, Seyyid Molla
Muhammedzade, Seyyid Molla Ubeyd, Seyyid Molla Abdülhamid, Seyyid Şeyh Muhammed, Seyyid
Tahir, neslini devam ettiren oğullarıdır.

III. Abdurrahman

Endülüs Emevi Devletinin en büyük hükümdarı ve ilk halifesi.
891 (H. 278) yılı Ramazan ayında Kurtuba’da doğdu. Küçük yaşta babasını kaybetti. Dedesi Abdullah
bin Muhammed onu yanına alarak sarayda terbiye edip büyüttü. Üçüncü Abdurrahman zeki, cesur,
kültürlü, cömert, hoş görülü ve sağlam bir iradeye sahib olarak yetişti.
Üçüncü Abdurrahman tahta çıktıktan sonra, yarı bağımsız durumda olan prenslikleri ortadan kaldırdı.
Başta Hafsoğulları ayaklanması olmak üzere, çıkan bütün isyanları bastırdı. Merkezi idareyi
kuvvetlendirdi. Devletin posta, ordu, emniyet ve maliye gibi teşkilatını yeniden ele alıp, düzenledi.
İnsanların her bakımdan rahat ve huzur içinde yaşamaları için gayret sarf etti.
Üçüncü Abdurrahman, içteki birliği sağladıktan sonra, her yıl sınırlarındaki hıristiyan krallıkların politik
tutumlarını dikkatle takibe başladı. Devleti için en büyük tehlike kaynağı Leon Krallığı idi. İkinci
Ordono’nun 913 yılında Müslüman topraklarına karşı hücumu ve Talevera’yı alarak halkını kılıçtan
geçirmesi, büyük üzüntüye sebeb oldu. Bu olay üzerine Sultan, Ahmed bin Muhammed kumandasında
kuvvetli bir orduyu Leon topraklarına gönderdi. Bu ordu Leon Krallığı topraklarına şiddetli baskınlar
düzenledikten sonra geri döndü. 920’de bizzat sefere çıkan Abdurrahman, Osma ve San Esteban de
Gormaz kalelerini ele geçirdi ve ardından birleşik Leon ve Navarra ordularını büyük bir bozguna
uğratdı. 924 yılında Navarra’ya bir sefer daha düzenleyerek Pamplona’ya girdi. Bu olayı takib eden
yedi yıl süresince Leon Kralı İkinci Ramiro’nun tahta çıkışına kadar Üçüncü Abdurrahman,
topraklarında hiç bir saldırıya maruz kalmadı.
Öte yandan İspanya’da gizlice çalışmalarına rağmen kendilerine oldukça büyük sayıda tarafdar
toplayan şii-Fatımiler, geniş bir propagandaya girişmişlerdi. Bunlar hemen hemen Sultan’ın aile
çevresine kadar etki etmeye başlamışlardı. Fatımilerin bu faaliyetleri üzerine Kurtuba’da sünni
Müslümanların reisi durumundaki Üçüncü Abdurrahman, bunların Kuzey Afrika’daki hakimiyetlerine
son vermek gayesiyle harekete geçti. Güçlü donanmasını göndermek suretiyle Fatımilerin önemli sahil
şehirlerini bombardıman ettiren Sultan, ayrıca yöredeki sünni aşiret ve boyları destekleyerek bir dizi
ayaklanma başlattı. 931 yılında Cauta şehrini Fatimilere karşı üs olarak kullanmak gayesiyle tahkim
ettirdi.
Üçüncü Abdurrahman, 928 yılında Halife, Emiri’l-mü’minin ve En-Nasır Lidinillah (Allah’ın dinine
yardım eden) ünvanlarını aldı. Halife Abdurrahman en-Nasır gücünün ve şöhretinin zirvesindeyken 15
Ekim 961 (2 Ramazan 350)de Kurtuba’da vefat etti.
Tahta geçtiği andan, ölümüne kadar yaklaşık yarım asırlık devrede büyük bir devlet meydana
getirmeye çalıştı ve bunda başarılı oldu. Kurtuba’da bütün iç savaşlara, Arap kabilelerinin rekabetine
ve birbiriyle devamlı sürtüşen etnik gruplara rağmen haleflerine zengin ve huzurlu bir ülke bıraktı.
Sadakatsizlik gösterenleri silah kuvvetiyle yola getirdi. Fatimi tehlikesini soğukkanlılıkla ve usta bir
siyasetle bertaraf etmeyi bildi. Kurtuba bir ilim ve kültür merkezi haline geldi.
Üçüncü Abdurrahman hırslı, azimli, çevresiyle istişare eder, özellikle edebiyatçı ve hukukçulara değer
verirdi. Dini vecibelerini eksiksiz yerine getirirdi. Alimlere ve ilim ehline büyük yardım ve ihsanlarda
bulunmayı adet haline getirmişti. Ayrıca başta Kurtuba olmak üzere ülkenin her tarafını cami, mescid,
medrese, han, hamam ve çeşme gibi eserlerle süslemişti.

II. Abdurrahman

Endülüs Emevi Devletinin dördüncü sultanı. 792 (H.176) senesinde Tuleytula’da doğdu. Babası Birinci
Hakem’in vefatı üzerine 23 Mayıs 822 tarihinde otuz yaşında tahta çıktı.
İlk olarak iç isyanları ve karışıklıkları bastırdı. Sonra fetih ve gaza hareketlerine girişen Sultan
Abdurrahman, ilk altı sene İspanyollara karşı, Kuzey Endülüs bölgelerine sefer yaptı. Frank
topraklarında ilerliyerek, Narbon’a kadar fethetti.
826 senesinde yerli Berberiler ve gayri müslimler tarafından Takoronna şehrinde Tusil isminde bir
Berberinin liderliğinde yapılan isyanı; Ganim komutasında gönderdiği bir ordu vasıtasıyla bastırdı. 844
senesinde Endülüs sahillerine saldıran Normanları büyük bir bozguna uğrattı. 848'de Mayorka
Adasında oturan halkın çıkardığı isyanı bastırmak üzere üç yüz gemilik bir filo gönderdi. İsyan, ada
fethedilerek bastırıldı. Böylece memleket sükun ve huzura kavuşturuldu. Kaleleri tekrar tamir ve inşa
ettirdi. Bir tersane yaptırarak denizciliği geliştirdi.
Sultan Abdurrahman, otuz senelik iktidarı boyunca, memleketi adaletle yönetti. Müslümanlar ve gayri
müslimler rahat içinde yaşadılar. Memleket imar edildi. Şehirlere su getirildi. Bilhassa adliye, vezirlik,
hazine, maliye ile ilgili hizmetlere tayin olunacak kimselerin tesbitinde çok hassas davranırdı. Kadıların,
alim, faziletli, dinin emirlerine uyan ve adaletli olanlarını tayin ederdi.
Kendisi mührüne şu yazıları yazdırmıştı: “Allahü tealaya kulluk eden ve O’nun hükümlerine razı olan,
devletini halkı için yöneten hükümdarın mührü.”
Sultan Abdurrahman, 851 (H.237) senesinde Kurtuba’da vefat etti. Vefatından sonra daha önce
veliahd tayin ettiği oğlu Muhammed tahta geçti.

I. Abdurrahman

Endülüs Emevi Devletinin kurucusu. 731 (H.113)de Şam’da doğdu. Emevi halifelerinden, Hişam’ın
torunudur.
Emeviler yıkılıp, idare Abbasilere geçince kaçarak beş sene kendisini gizledi. Bu süre zarfında Filistin,
Mısır ve Afrika’da kendisine taraftar bulmaya çalıştı. Sonra Mısır yoluyla Fas’a ve oradan Endülüs’e
geçti. Burada Berberi Zenata kabilesi ile Yemen’den gelip yerleşen kabileleri etrafında topladı.
756 senesinde Endülüs Valisi Yusuf el-Fihri’yi yenerek idaresine son verdi. Kurtuba’yı merkez yapıp
orada yerleşti. Emir ünvanını alarak istiklalini ilan etti.
Memlekette asayiş ve güveni yerleştirdi. Tarım ve sanayii geliştirdi. Ticaret filosu kurarak İstanbul’a
kadar ticari münasebetler kurdu. Camiler, yollar ve surlar yaptırdı.
Bu gelişmelerle beraber içte ve dışta bir çok ayaklanmalar oldu. İlk defa Fihriler ayaklandı. Fihrilerle
yaptığı El-Musara Savaşında galib geldi. Bu sırada Abbasi halifesi Mansur, Abdurrahman-I’in üzerine
bir ordu gönderdi. Abdurrahman-I, bu orduyu da yendi. 769 senesinde büyük bir Berberi
ayaklanmasını bastırdı ve Endülüs’te iç huzuru sağladı.
777’de Frank İmparatoru Charlemagne, Pirene Dağlarını aşarak Endülüs üzerine sefere çıktı. Ancak
ülkesinde karışıklıklar yüzünden bir netice elde edemeden geri döndü. Abdurrahman-I, Frankların bu
hareketi üzerine 783’te onların müttefiki olan Saragossa Hakimi Hüseyin bin Yahya’yı cezalandırmak
için sefere çıktı ve kendisini yakalatarak şiddetle cezalandırdı.
Abdurrahman-I’i en çok meşgul eden isyan; Şakya el-Berberi’nin Endülüs’te Fatımilerin desteğinde şii
bir devlet kurmak maksadıyla yaptığı ayaklanmadır. Bu ayaklanma on sene süren bir mücadeleden
sonra bastırıldı.
Emir Abdurrahman’ın kurduğu devlet, zamanla önemli büyük bir kültür, medeniyet ve ilim merkezi
oldu. Avrupa’nın aydınlanması, fen ve teknolojide ilerlemesi, buradan aldığı kültür ve ilim sayesinde
gerçekleşti. İslam dini İspanya’dan Avrupa’ya yayıldı.
Yumuşak huylu ve sabırlıydı. İlmi çok, fikrinde isabetli ve çabuk kavrayışlıydı. Çok temkinli olup,
hareketlerinde seri ve kararlarını uygulamakta sertti. İşlerinde istişare eder, başkasına bırakmazdı.
Rahatına düşkün değildi. Cesur ve atılgandı. Fakat ferdi, taşkın hareketlerden uzaktı. Edebiyata
meraklı olup, kuvvetli bir şair ve hatipti. Cömert, tatlı dilli ve güler yüzlüydü. Beyaz elbise giymeyi ve
başına sarık sarmayı severdi. Cenaze namazlarında bulunur, Cuma ve bayram namazlarında hutbe
okurdu. Hastaları ziyaret eder, halkın arasına sık sık çıkarak onlarla görüşüp sohbet eder, dertlerini
dinlerdi. İslamiyete tam uyar, haramlardan, dinin yasakladığı şeylerden son derece sakınırdı.

Abdullah-ı İlâhî

Anadolu'da yetişen evliyanın büyüklerinden. İsmi Abdullah'tır. Molla İlahi, Şeyh-i Simavi olarak da
bilinir. O zamanki Germiyan vilayetinin (Kütahya'nın), Simav kasabasında doğdu. Doğum tarihi
bilinmemektedir. 1490 (H. 896) senesinde Rumeli Vardar Yenicesi'nde vefat etti. Kabri oradadır.
İlk öğrenimini doğum yerinde yapan Abdullah-ı İlahi daha sonra İstanbul'a giderek Zeyrek Medresesine
girdi. Zamanın en meşhur alimlerinin derslerinde bulundu. Hocası Alaüddin Ali Tusi ile birlikte İran'a
gitti. Kirman'da hocasının ve diğer alimlerin derslerine devam etti. Daha sonra Semerkand'a gidip
devrin en meşhur velisi, Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerine talebe olup, onun sohbetlerinde bulundu ve
tasavvufta yetişti. İcazet (diploma) aldıktan sonra hocasının işaretiyle Buhara'ya gitti. Şah-ı Nakşibend
hazretlerinin kabrini ziyaret edip, burada bir yıl kaldı. İbadetle meşgul oldu. Sonra Semerkand'a dönüp
hocasının sohbetlerine devam etti. Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri onu Anadolu'ya gitmek üzere
vazifelendirdi. Yolda zamanın evliyasından Molla Abdurrahman Cami ile görüştü. Sonra memleketi
olan Simav'a yerleşerek bir dergah kurdu. İnsanlara Allahü tealanın emir ve yasaklarını anlattı.
Etrafına pekçok alim ve talebe topladı. Şöhreti kısa zamanda etrafa yayıldı. Osmanlı veziri ve kazasker
Manisalı Çelebi Muhyiddin Efendinin ısrarı üzerine İstanbul'a gitti. Zeyrek Camiinin medresesine
yerleşti. İstanbul’daki evliyanın büyüklerinden Şeyh Vefa ile görüştü. Bir müddet Zeyrek Camii
Medresesinde ilim öğrettikten sonra Evrenoszade Ahmed Beyin isteği üzerine, yerine talebesi Seyyid
Ahmed Buhari'yi bırakarak Vardar Yenicesi'ne gitti. Ömrünün sonuna kadar burada kalıp, insanlara
İslam ahlakını öğretmekle meşgul oldu.
Emir Ahmed Buhari, Müslihiddin Tavil ve Abid Çelebi gibi büyük alimler yetiştiren Abdullah-ı İlahi, ilim
ve ahlakta yüksek bir zat idi. Herkesin gönlünü alırdı. Sohbette bulunanlardan birinin bir sıkıntısı olsa
onun halini bilirdi. Alçak gönüllü idi. Küçük-büyük, fakir-zengin, yanına kim gelse ayağa kalkardı.
Eserleri: Abdullah-ı İlahi'nin en meşhur eserleri şunlardır:
1) Keşf-ül-Varidat li Talib-il Kemalat ve Gayet-id-Derecat, 2) Meslek-üt-Talibin vel-Vasilin
(Tasavvufi bir eser olup, Türkçe yazılmıştır.), 3) Zad-ül-Müştakin (Tasavvuf ıstılahlarıyla ilgili bir
eserdir.), 4) Esrarname, 5) Risale-i Vücud (Vahdet-i vücud mevzuu ile ilgilidir, Arapçadır.), 6) Risale-i
Ehadiyye, 7) Menazil-ül-Kulub. Ayrıca, Kenz-ül-Esrar, Necat-ül-Ervah, Risale-i Molla İlahi veya
Risale-i Es'ile ve Ecvibe ve Mi'raciyye adlı eserler de Molla İlahi'ye nisbet edilmektedir.

Abdullah Bin Ömer

Eshab-ı kiramın büyüklerinden; fıkıh, tefsir, hadis ilminde en üstün olanlarındandır. En çok fetva veren
ve "Fukaha-i Seb'a" adı verilen yedi Sahabiden biridir. Babası hazret-i Ömer, annesi Zeynep binti
Maz'un Cümeyhi'dir. Hicretten on dört yıl önce 608'de Mekke-i mükerremede doğdu. Peygamber
efendimize ilk vahiy geldikten üç sene sonra doğduğu da bildirilmiştir. 692 (H. 73)de aynı yerde vefat
etti. Kabri Muhasseb'dedir.
Babası İslamiyetle şereflenince çocuk yaşta Müslüman olan Abdullah bin Ömer, İslam terbiyesiyle
yetişti. Ailesiyle birlikte Medine-i münevvereye hicret etti. Yaşının küçüklüğü sebebiyle Bedr ve Uhud
savaşlarına gitmekten Peygamber efendimiz tarafından men olundu. Bu sebeple ilk defa Hendek
Savaşında bulundu. Mekke'nin fethi sırasında Resulullah efendimizin yanındaydı. Huneyn Savaşına
(Muharebesine) katılarak büyük kahramanlıklar gösterdi. Taif Muhasarasında (kuşatmasında) öncü
kuvvetleri arasında yer aldı. Mute ve Yermük Savaşlarında da bulundu. Veda Haccında Resulullah
efendimizin yanında idi. Hazret-i Ebu Bekr'in hilafeti zamanında Halid bin Velid'in isyan halinde
bulunan mürted (dinden dönen) kabilelere karşı açtığı sefere katıldı. Nihavend Savaşına, Kuzey Afrika
fethine, Sa'id bin As kumandasındaki Horasan ve Taberistan seferine katıldı. Hazret-i Osman'ı halife
seçen şurada halife olmamak şartıyla bulundu. Hazret-i Osman'ın şehid olmasından sonra halifelik
işleri ile ilgilenmedi.
Hazret-i Muaviye'nin hilafeti sırasında Yezid bin Muaviye ile Bizans seferine katıldı.
Hazret-i Hüseyin ve Abdullah bin Zübeyr ile beraber Yezid'e biat etmedi. Hazret-i Hüseyin ve Abdullah
bin Zübeyr'in, Yezid ve Haccac ile olan savaşlarına karışmadı. Hacca gitti ve orada vefat etti. Rivayete
göre Haccac tarafından zehirli mızrakla yaralanarak şehid edildi. Mekke'de son vefat eden sahabi
budur.
Abdullah bin Ömer, Peygamber efendimize çok bağlıydı. O'nun yolundan gitmek, ahlakıyla
ahlaklanmak isterdi. Daima Peygamber efendimizin huzurunda durur, her nerede Resulullah'ın namaz
kıldığını görse, orada namaz kılmadıkça rahat edemezdi. Çok cömerd, halim, selim bir zattı. Köle ve
cariyelerinden hangisini Allahü tealaya ibadet eder görse, hemen onu azad etmek adetiydi. Hatta
kölelerinin mahsus böyle görünerek kendisini aldattıklarını söylediklerinde; "Hayır için aldanmaktan iyi
şey var mıdır?” buyurduğu rivayet edilir. Dünya malına gönül bağlamazdı.
Buyururdu ki:
"Ey Ademoğlu! Bedeninle dünyada ol, kalbinle ahireti bul."
"Kambur oluncaya kadar namaz kılsanız ve kıl gibi oluncaya kadar oruç tutsanız, haramdan
kaçınmadıkça kabul olunmaz."
"Hikmet ondur, dokuzu sükut, biri de az konuşmaktır."
"İnsanın mahiyeti arkadaşından anlaşılır."
"Kendinden üsttekine hased, aşağıdakine tahakküm eden ehl-i ilim sayılmaz."
"Abdullah bin Ömer, Sahabe arasında muksirundan, yani binden fazla hadis rivayet edenlerdendi. Ebu
Hüreyre'den sonra en çok hadis rivayet eden O'dur. Öğrendiği hadis-i şerifleri yazardı.
Abdullah bin Ömer toplam 2630 hadis-i şerif rivayet etmiştir.
Hadis ve fıkıh alimleri arasında Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Abbas, Abdullah ibni Zübeyr ile
Abdullah ibni Amr ibni As'a "Abadile-i Erbaa" (Dört Abdullah) ünvanı verilmiştir. Bu dört zat bir
meselede ittifak edince; Abadilenin kavli denilir. Ancak fıkıh kitablarında "Abadile = Abdullahlar"
denilince, ekseriya İbn-i Mes'ud, İbn-i Abbas ve İbn-i Ömer hazretleri kasdedilir.
Abdullah bin Ömer, Eshab-ı kiramın en büyük fıkıh alimlerindendir. Fıkıh alimlerinin fetvalarının çoğu
ve Ehl-i sünnetin dört büyük imamından biri olan İmam-ı Malik'in fıkhi bilgileri, Abdullah bin Ömer'in
fetvalarına dayanır. İnsanlara 60 sene fetva verdi. Fetva verirken çok dikkatli davranırdı.
Yüzüğünün taşında; Abede'l-lahe lillah, yani Allahü tealaya Allah için, halis ibadet eden yazılı idi.
Allah'tan başka kimseden korkmazdı. Bir gün yolculukta önlerine bir aslan çıktı. Yanındakiler çekinerek
yürümediler. Abdullah bin Ömer, aslanın yanına gidip, kulağından tuttu ve onu yoldan kenara çektikten
sonra dedi ki: "Resulullah'dan işittim: "İnsanoğlu Allah'tan başkasından korkmazsa, Allahü teala
ona hiçbir şeyi musallat etmez." buyurdu.
Abdullah bin Ömer'in, Peygamber efendimizden bizzat işiterek bildirdiği bazı hadis-i şerifler:
İstediğini ye, istediğini giyin. İnsanı yanlış yola götüren israf ve tekebbürdür. (Yani kendini
başkalarından üstün görmedir.)
Nasihat olarak ölüm yeter.
Can gargaraya gelmedikçe kulun tövbesi kabul olur.
Allah'ım senden sıhhat, afiyet ve güzel ahlak isterim.
Ancak iki kişiye gıpta edilir: Bunlardan birine Allahü teala servet vermiş, o da bu serveti hak
yolunda sarf etmiştir. Diğerine de ilim vermiş, o da ilmiyle amel etmiş ve başkalarına da
öğretmiştir.

Abdullah Bin Sa 'd Bin Ebi Serh

Eshab-ı kiramın büyüklerinden ve Afrikiye diye anılan, Kuzeybatı Afrika’nın fatihi, büyük komutan ve
vali. İsmi, Abdullah bin Sa’d bin Ebi Serh bin Haris bin Hubeyb el-Kureşi el-Amiri olup, künyesi Ebu
Yahya’dır. Osman bin Affan’ın (radıyallahü anh) süt kardeşidir. Resulullah efendimizle (sallallahü
aleyhi ve sellem) Medine’ye hicret etti. Ayrıca, vahy katibiydi. Sonra dinden dönerek, müşrik oldu.
Mekke'ye geri döndü. Mekke’nin fethinde, Resul-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, Abdullah bin
Sa’d’ın ve Abdullah bin Hatal’ın Kabe-i muazzamanın altında bulunsalar bile öldürülmelerini emretti.
Fakat Abdullah bin Sa’d, Osman bin Affan’ın yanına kaçtı. Hazret-i Osman da onu fetih
tamamlandıktan ve herkes yatıştıktan sonra Resulullah’ın huzuruna götürdü. Resulullah efendimizden
onun hakkında eman istedi. Peygamber efendimiz uzun müddet sükut etti. Sonra; “Evet” buyurdular.
Abdullah bin Sa’d tövbe ederek, o gün Müslüman oldu. O günden sonra, onda hiç bir uygunsuz
hareket görülmedi.
Abdullah bin Sa’d, Kureyş’in ileri gelenlerinidendi. Mısır’ın fethinde Amr bin As’ın ordusunun sağ
kanadında komutan olarak bulundu. Buranın fethindeki bütün muharebelere katıldı. Hazret-i Osman,
onu, Amr bin As’ın yerine Mısır valisi yaptı.
Rodos Adasının hazret-i Muaviye tarafından fethedilmesinden sonra, Rum imparatoru Kostantin bin
Herakliüs, büyük bir kuvvet ve donanmayla, müslümanlarla denizde muharebe yapmak üzere yola
çıktı. Bunu haber olan Osman bin Affan radıyallahü anh, mektuplar yazarak hazret-i Muaviye’ye
Şamlılardan, Abdullah bin Sa’d’a da Mısırlılardan meydana gelen bir donanma hazırlamalarını bildirdi.
Amr bin As’tan da, Abdullah bin Sa’d’ın hazırlığına yardım etmesini, mal ve silah bakımından gereken
yardımı yapmasını istedi.
Şamlılardan ve Mısırlılardan meydana gelen İslam donanması, bütün ağırlıkları ile Akka sahilinde
toplandı. Ayrıca Akka’dan içinde pekçok yiyecek, asker ve mühimmat bulunan 500 gemi daha temin
edildi.
Rum imparatoru Kostantin ise bin gemi ile Kostantiniyye’den (İstanbul’dan) ayrıldı. İslam
donanmasının hazırlıklar ve manevralar ile meşgul olduğu bir sırada, Rum donanması meydana çıktı.
Şiddetle geçen savaş sonunda Rum donanması büyük bir hezimete uğradı. Rum İmparatoru yaralı
olarak muharebe meydanından kaçtı.
İslam donanması zaferden sonra Akka sahiline demirledi. Abdullah bin Sa’d ve hazret-i Muaviye, halife
hazret-i Osman’a Müslümanların muzafferiyetini Rum ordusunun hezimetini bildirdiler. Osman
radıyallahü anh, bu haberden çok memnun oldu. Bir süre sonra Abdulah bin Sa’d’ı, Mısır valiliğine ve
Afrikiye’nin fethine tayin etti. Mısır’a gelen Abdullah bin Sa’d 13 bin kişilik bir ordu ile Afrikiye üzerine
yürüdü. O sırada Afrikiye’nin Batı Trablus’tan Tanca’ya kadar olan bölgesi, Gregorios isimli bir Rum
valisinin idaresi altında idi. İslam ordusu Batı Trablus’a girdi. Afrikiye’nin içlerine doğru ilerlerken, vali
Gregorios’a elçi gönderilerek İslama davet edildi. Gregorios buna kızarak; “Ben dininize asla girmem.”
dedi. Bunun üzerine Abdulah bin Sa’d, ona tekrar elçi gönderdi ve; “Şayet Müslüman olmak
istemiyorsan cizyeni ver.” diye teklifte bulundu. Gregorios; “Bir dirhem bile isteseydiniz, yine
vermezdim.” cevabında bulundu ve Müslümanlarla muharebe için asker toplamaya başladı. Neticede
iki ordu, bölgenin başşehri olan Subaytala yakınlarında karşılaştı. Gregorios’un ordusu 60.000 kişiydi.
Bu arada, hazret-i Osman, Afrikiye fethine çıkan mücahidlerden haber alamadığı için, Abdullah bin
Zübeyr komutasında bir birliği, hem haber getirmek, hem de mücahidlere yardımcı olmak gayesiyle
Afrikiye'ye gönderdi. Abdullah bin Zübeyr’in kısa zamanda bölgeye gelip İslam ordusuna katılması
Müslümanların cesaretini arttırdı. Günlerce süren çarpışmalar sonunda Rumlara büyük zayiat
verdirildi. Gregorios öldürüldü. Subaytala şehri ele geçirildi. Bundan sonra Abdullah bin Sa’d,
mücahidleri etraftaki şehirleri fethetmeleri için gönderdi. Şehirlerin bir kısmı sulh yoluyla, bir kısmı da
muharebe yapılarak ele geçti. İslam ordusu, büyük ganimete kavuştu.
Abdullah bin Sa’d, bu seferi sırasında, bir yıl üç ay süreyle Afrikiye’de kaldı. Bu sefer sırasında yapılan
gazalarda, müslümanlardan sadece üç kişi şehid olmuştu. Onlardan biri, şair Ebu Züeyb idi. Mısır’a
döndükten sonra zafer müjdesini ve elde ettiği ganimetlerin beşte birini hazret-i Osman’a gönderdi.
Geri kalan ganimeti mücahidler arasında paylaştırdı.
Abdullah bin Sa’d, 656 (H.36) senesinde, bir rivayete göre Askalan’da, bir rivayete göre de Remle’de
vefat etti. Vefatından önce Allahü tealaya; “Ya Rabbi! Son amelimi namaz kıl!” diye yalvarmıştı. Bir gün
sabah namazında, oturup sağına selam verdikten sonra, sol tarafına selam verirken ruhunu teslim etti.

Abdullah Bin Revaha

Peygamber efendimizin Eshab-ı kiramı içinde en çok sevdiği şairlerinden. Mute Harbinde şehid düşen
üçüncü kumandan. İsmi Abdullah, künyesi Ebu Muhammed olup, Hazrec kabilesinin, Beni Haris
kolundan, Revaha bin Sa'lebe'nin oğludur. Annesi Kebşe binti Vakıd'dır. Medineli olup, doğum tarihi
kesin olarak bilinmemektedir. 629 (H. 8) senesinde Mute Muharebesinde şehid düştü.
Şairliğinin yanısıra çok etkileyici bir hitabet gücüne de sahib olan Abdullah bin Revaha, ikinci büyük
Akabe biatında Müslüman oldu. Bedr, Uhud, Hendek ve Hayber muharebelerinde bulundu. Hendek
Gazası sırasında Medine tarafına hendek kazılırken teşvik edici şiirler söyleyerek Eshab-ı kiramı
coşturmuş, çalışmalarını hızlandırmıştı. 627 (H. 6)de Hudeybiye Müsalahasına (antlaşmasına)
katılarak Biat-ı Rıdvanda bulundu (Bkz. Biat-ı Rıdvan). Resulullah efendimiz Hayber Seferinden önce
dört kişilik bir seriyyenin kumandanı olarak Hayber'e gönderip; "Hayber'i gözetle, halkın arasına
karış, ne konuştuklarını ve ne yapmak istediklerini öğren." buyurdu. Bu vazifeden döndükten
sonra otuz kişilik bir heyetin başkanı olarak Hayber'e elçi gönderildi.
Hayber'in fethinde Resul-i ekremin maiyyetinde bulundu, fetihten sonra da Hayber mahsulünün ortakçı
Yahudiler ile bölüşülmesinde yetkili kılındı. Hudeybiye Müsalahasının (antlaşmasının) imzalandığı yıl
yapılamayan ve "Umretü'l - Kaza" olarak bilinen umreyi yapmak üzere Mekke'ye gitti. Umre süresince
Peygamber efendimizin Kusva adlı devesinin yularını tutmuştu.
Mekke'ye girişte İslamiyeti ve Peygamberimizi medh edici (övücü), kafirleri zemmedici (kötüleyici)
şiirler okudu. Hazret-i Ömer; "Ey İbn-i Revaha! Sen, Resulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) önünde
ve Harem-i şerifte nasıl şiir okuyabiliyorsun?" deyince, Peygamber efendimiz; "Ya Ömer! Ona mani
olma. Allahü tealaya yemin ederim ki, onun sözleri, bu Kureyş müşriklerine ok yağdırmaktan
daha çabuk, daha çok tesirlidir. Ey İbn-i Revaha devam et!" buyurdu. Peygamber efendimiz biraz
sonra hazret-i Abdullah bin Revaha'ya; "Allahü tealadan başka ilah yoktur! Bir olan O'dur! Bu
kuluna yardım eden O'dur! Askerlerini güçlendiren O'dur! Toplanmış olan kabileleri, bozguna
uğratan da yalnız O'dur, de!" buyurdu.
Abdullah bin Revaha 629 (H. 8)da Mute Savaşına da katıldı. Peygamber efendimiz bu savaşa giden
ordunun başına Zeyd bin Harise'yi (radıyallahü anh) kumandan tayin etti. Zeyd bin Harise şehid olursa
yerine Cafer bin Ebi Talib'in (radıyallahü anh) geçmesini, o da şehid düşmesi halinde Abdullah bin
Revaha'nın (radıyallahü anh) kumandayı almasını emretti. Bizans İmparatoru Heraklius'un yüz bin
kişilik ordusuyla, üç bin kişilik İslam ordusu Mute mevkiinde karşılaştılar. Abdullah bin Revaha
mücahidleri gazaya teşvik edici çok güzel şiirler söyledi. Muharebe esnasında Zeyd bin Harise'nin ve
onun arkasından da Cafer bin Ebi Talib'in şehid düşmesinden sonra sancağı ve kumandayı eline alan
Abdullah bin Revaha da şehid oldu. Ondan sonra da Halid bin Velid (radıyallahü anh) kumandayı ele
aldı (Bkz. Mute Harbi).
İslam dininin emirlerine son derece bağlı olan Abdullah bin Revaha dünya malına ve rütbesine kıymet
vermezdi. Allahü tealaya ibadet etmekte ve Peygamber efendimizin emirlerini ne pahasına olursa
olsun yerine getirmekte eşine az rastlanırdı. Bütün savaşlarda bulunan Abdullah bin Revaha,
Resulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) vahiy katiplerindendi.
Şairlikteki kudreti herkes tarafından bilinir ve takdir edilirdi. Resulullah efendimiz de onun şiirlerini çok
beğenir, bunların düşmana ok atmaktan daha tesirli olduğunu beyan ederdi. Onun hakkında; "Cenab-ı
Hak, Abdullah bin Revaha'ya rahmet eylesin. Melaike (melekler) onun meclisiyle iftihar ederlerdi
(öğünürlerdi)." buyurmuştu. Şiirleri, Divanu Abdullah bin Revaha ve Dirase fi Siretihi ve Şi'rihi
adıyla yayınlanmıştır.

Abdullah bin Mübârek

Tebe-i tabiinin büyüklerinden. Devrinin en büyük hadis ve fıkıh alimlerindendir. İsmi Abdullah,
babasının adı Mübarek’tir. Babası Türk, annesi Harezmlidir. 736 (H. 118)da Horasan'ın Merv şehrinde
doğdu. 797 (H. 181)de Bağdat yakınlarında Hif denilen yerde vefat etti; oraya defnedildi.
Abdullah bin Mübarek ilk tahsilini Merv'de yaptı. Sonra Bağdad'a gitti. Tabiinin büyüklerinden ve Hanefi
mezhebinin kurucusu İmam-ı A'zam Ebu Hanife'den ilim öğrendi. Ayrıca zamanının diğer büyük
alimlerinin derslerine de devam ederek hadis ve fıkıh ilimlerinde söz sahibi oldu. Zamanın ilim
merkezlerinden olan Basra, Hicaz, Yemen, Mısır, Şam ve Irak gibi yerlere ilim için yolculuklar yaptı.
Abbasi Halifesi Harun-ür-Reşid zamanında Misis ve Tarsus civarında Bizans'a karşı savaşa katıldı. Bir
çok talebe yetiştirdi. Bunlardan bazıları; Abdürrezzak bin Hemmam, Abdurrahman bin Mehdi, Yahya
bin Main, İshak bin Raheveyh'dir.
Peygamber efendimizin hadis-i şeriflerini Merv'de ilk tedvin eden (toplayan) alim olarak dikkat çekti.
Yahya bin Main, Abdullah bin Mübarek'in kitaplarında yirmi binin üzerinde hadis-i şerif bulunduğunu
nakleder. Dört bin kişiden hadis dinleyen ve bunların sadece bin tanesinden rivayette bulunan
Abdullah bin Mübarek, hadis dinlemek ve öğretmek hususunda çok dikkatli davranırdı. Geçimini
ticaretle ve cihad ederek temin ederdi. Defalarca hac ibadetini ifa etti. Ömrünün sonuna doğru bütün
malını fakirlere verdi.
İlimde yüksek dereceye sahib olan ve pekçok kerametleri görülmüş olan Abdullah bin Mübarek; alim,
zahid yani dünyadan yüz çeviren, edeb ve hikmet sahibi bir zattı. Kul haklarına çok dikkat ederdi. Allah
için ilme çok ehemmiyet verirdi. Edepleri ziyadesiyle gözetirdi. Günün belirli bir bölümünü zikir, yani
Allahü tealayı anmaya ayırırdı. İlminde son derece alçak gönüllü olan Abdullah bin Mübarek,
zenginlere karşı kibirli davranmanın da, tevazuun, yani alçak gönüllülüğün bir gereği olduğunu
söylerdi. Başkalarına el açmamak düşüncesiyle ticaretle uğraşır, alimleri, hadis talebelerini ve fakirleri
himaye eder, her sene yüz bin dirhem gümüş dağıtırdı. Duası makbul sayıldığı için pekçok kimse onun
duasını almak ister, kendisine yakın olmayı, Allahü tealaya yakın olma vesilesi sayardı.
Sehl Ali bin Abdullah Mervezi, Abdullah bin Mübarek'in derslerine devam ederdi. Bir gün; "Artık senin
dersine gelmeyeceğim. Çünkü bugün gelirken senin cariyelerin dama çıkmış beni çağırıyorlardı.
"Benim Sehl'im, benim Sehl'im!" diyorlardı. Bunların terbiyesini vermiyor musun?" dedi. Abdullah bin
Mübarek, o gece talebesini toplayarak; "Sehl'in cenaze namazına gidelim." dedi. Gidip vefat etmiş
buldular. Vefatını nereden anladınız dediklerinde; "Benim cariyem yok. O gördükleri Cennet hurileriydi.
Onu Cennet'e çağırıyorlardı." diye cevap verdi.
Buyurdu ki: "Birinin bir lira hakkını ödemek, bin lira sadaka vermekten daha hayırlıdır."
"Eğer gıybet etseydim, yani dedikodu etseydim, anamı, babamı gıybet ederdim. Çünkü sevablarımın
onlara verilmesi daha hayırlı olur."
"İlmin başı niyet, sonra anlamak, sonra yapmak, sonra muhafaza, sonra yaymaktır."
"Müstehabları yapmakta gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakta gevşek
davranmak, farzların yapılmasını zorlaştırır. Farzlarda gevşek davranan da marifete, Allahü tealanın
rızasına kavuşamaz."
"Biz çok ilimden ziyade az da olsa edebe muhtacız."
"Allahü tealadan korkan kimselerle beraber ol. Bid'at sahipleriyle oturmaktan sakın."
"Alimleri hafife alanın ahireti, ümerayı (devlet adamlarını) hafife alanların dünyası, dostlarını hafife
alanların mürüvveti yıkılır."
"Şüpheli bir kuruşu geri vermeyi binlerce lira sadaka dağıtmaktan daha fazla severim."
"İlimde cimrilik yapan kişiye Allahü teala üç bela verir: Ya ölür, ya ilmi gider, yahut unutur veya kendine
ilmi unutturacak kimse ile arkadaşlık kurar öylece ilmi gider."
"Şu dört cümle, dört bin hadis-i şeriften seçilmiştir: Kadına güvenme, mala aldanma, mideni fazla
doldurma, işine yarayacak kadar ilim öğren."
Eserleri:
Kitab-üz-Zühd ver-Rekaik; Peygamber efendimizin, Eshab-ı kiram ve Tabiinin ibadet, ihlas, tevekkül,
doğruluk, tevazu ve kanaat gibi ahlaki konulara dair sözlerini ihtiva eder. 1971'de
basılmıştır.Kitab-ül-Cihad; cihadın fazileti ve önemine dair yazılan ilk eserdir. 1971'de neşredilmiştir.
El-Müsned; hadisle ilgili bir eserdir. Kitab-ül-Birr ves-Sıla; tasavvufla ilgilidir. Es-Sünen-fil-Fıkh; fıkh
bablarına göre tasnif edilmiş hadis kitabıdır. Kitab-üt-Tefsir; bir rivayet tefsiridir. Kitab-üt-Tarih; hadis
ricalinden bahseden biyoğrafik bir eserdir. Kitab-ül-Erbain; kırk hadis türünün ilk örneğidir.

Abdi Paşa (Nişancı)

Osmanlı devlet adamı ve tarihçi. Asıl adı Abdurrahman’dır. İstanbul’un Anadoluhisarı semtinde
dünyaya geldi. Doğum tarihi belli değildir.
Eğitim ve öğretimini Enderun-ı hümayunda tamamladı. 1648’de Saray-ı Hümayunun Büyük Oda
kısmında ilk resmi vazifesine başladı. İki sene sonra Seferli Koğuşuna atandı. Bu vazifede 1659’a
kadar kalan Abdi Paşa, Has Oda’ya tayin edildi. 1665’te tuğra çekme vazifesi verildi. 1668’de sır
katipliğine getirilen Abdi Paşa ertesi sene Temmuz ayında vezirlik rütbesi ile nişancılık nasbına tayin
edilerek saraydan ayrıldı. Uzun süre bu vazifede kalan Abdi Paşa Çehrin Seferi sırasında İstanbul
kaymakamı oldu (1678). Ertesi sene dördüncü vezirliğe terfi etti. İkinci vezir iken 1682’de Basra
valiliğine tayin edildi. On sene kadar çeşitli illerde valilik yaptı. 1690’da Kandiye, sonra Sakız
muhafızlığına getirildi. Sakız muhafızı iken 1692 yılında vefat etti.
Abdi Paşa, devlet hizmetleri dışında Vekayiname adlı Osmanlı tarihi ile meşhur olmuştur. Bu eserini
Has Oda’da vazifeliyken Dördüncü Mehmed Hanın isteği üzerine yazmaya başlamıştır. Eserin dili
oldukça sade olup, üslubu güzeldir. Dördüncü Mehmed Han zamanı için birinci derecede kaynak olan
bu eser, daha sonraki tarihçiler tarafından kullanılmıştır. Eser henüz yayınlanmamış olup, yazma
nüshası Topkapı Sarayı Kütüphanesinde mevcuttur.
Abdi Paşanın, ayrıca edebi sahada da çalışmaları vardır. Abdi mahlası ile yazdığı şiirlerini bir Divan’da
toplamıştır. Ayrıca Ka’b bin Züheyr’in Kaside-i Bürde’sine ve Divan-ı Urfi’deki bazı şiirlere şerhler
yazmıştır.

Abdi İpekçi

9 Ağustos 1929′da İstanbul’da doğan İpekçi, İlköğrenimini gördükten sonra Galatasaray Lisesini bitirdi. Sonra bir müddet Hukuk Fakültesine devam etti. Yeni Sabah, Yeni İstanbul ve İstanbul Ekspres Gazetesi gibi çeşitli gazetelerde spor muhabiri, sayfa sekreteri ve yazı işleri müdürü olarak çalıştı. Ali Naci Karacan’ın çıkardığı Milliyet Gazetesinin yazı işleri müdürü (1954), bir süre sonra da genel yayın müdürü oldu.
1961 senesinden öldürüldüğü 1 Şubat 1979 tarihine kadar aynı gazetenin başyazarlığını da yürüten Abdi İpekçi, Türkiye Gazeteciler Sendikası, Türkiye Basın Enstitüsü Başkanlığı, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti ve Uluslararası Basın Enstitüsünün ikinci başkanlığı, Basın Şeref Divanı genel sekreterliği gibi vazifelerde bulundu. Yazılarında Atatürkçülüğü, barışı, düşünce özgürlüğünü, ülkenin bağımsızlık ve bütünlüğünü savundu.
Suikast
1970′li yıllardaki anarşi ve terörün önlenmesi için iktidarla muhalefet liderleri arasında da yapıcı bir diyalog kurulmasından yana olan, devlet yönetiminde partizanlığın ve duygusallığın yerini akılcı, çağdaş, ılımlı bir uygulamanın almasını isteyen İpekçi, 1 Şubat 1979 gecesi İstanbul Maçka’daki evinin yakınlarında arabasında iken Mehmet Ali Ağca tarafından öldürüldü.
Suikastın sanığı Mehmet Ali Ağca, 11 Temmuz 1979′ da yakalandı. Ağca, 11 Ekim 1979′da yargılanmaya başladı. Ancak Maltepe Askeri Cezaevi’nden kaçırılan Ağca, 28 Nisan 1980′de gıyabında idama mahkum edildi.
Daha sonra 13 Mayıs 1981′de Vatikan Meydanı’nda Papa II. Jean Paul’ü vuran Ağca, İtalyan mahkemesince ömür boyu hapse mahkum edildi.
Ağca’nın suç ortakları olarak Oral Çelik, Abdullah Çatlı, Mehmet Şener, Yavuz Çaylan, Yalçın Özbey’in de aralarında bulunduğu birçok kişinin adı ortaya atıldı. Oral Çelik, Fransa’da yargılandığı mahkemede suçunu kabul etmesine rağmen, İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada beraat etti.
17 yıl sonra ortaya çıkan tanık Abdullah Yavuz, Çelik’i mahkemede teşhis edemedi. Abdullah Çatlı, Susurluk kazasında öldü. Cinayette adı geçen diğer kişilerin izine bile rastlanmadı.
İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada ise trajikomik sahneler yaşandı. Mahkeme, MİT Müsteşarlığı’ndan İpekçi cinayetine karışan Yalçın Özbey’in Almanya’da iki MİT görevlisince alınan ve yazılı tutanağı bulunmayan ifadesinin ses kayıtlarını istedi.
Müsteşarlık uzun süre mahkemeye yanıt vermedi. Ardından ise kasetlerin imha edildiğini bildirdi. Böylece dava zamanaşımıyla karşı karşıya kaldı.
MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, en sonunda MİT görevlilerinin ifade vereceğini açıkladı. Ancak dinlenen görevliler, Yalçın Özbey’in davayla ilgili arandığını bilemediklerini ve görüşmeyi anımsayamadıklarını öne sürdü.
İpekçi davasında en son gelişme, “yeni delil” diye sunulan ve gıyabi tutuklu olarak aranan Özbey’e ait ifade metninin üst yazısız, imzasız, nereden ve kimden geldiği belli olmayacak şekilde mahkemeye gönderilmesi oldu.
İstanbul 3. Sulh Ceza Mahkemesi ise, İpekçi’nin öldürülmesine azmettirdiği ve olaya iştirak ettiği gerekçesiyle aranan Mehmet Şener’in gıyabi tutukluluğunu, yasal zamanaşımı süresi dolduğu gerekçesiyle kaldırdı.
Şubat 2000′de Ünye Kapalı Cezaevi’nde gasp suçundan hükümlü Yusuf Çelikkaya’nın, İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’na gönderdiği mektupta, Abdi İpekçi cinayetiyle bağlantısı olduğunu iddia etmesi, zamanaşımına uğrayan davada yeni bir umut oldu.
Çelikkaya, işadamı Kemal Derinkök’ün, cinayeti planlayan ülkücü gruba yardım etmek için Milliyet Gazetesi’ni satın alarak İpekçi’nin önemli açıklamalarına engel olmak istediğini öne sürdü.
Kemal Derinkök, İpekçi’nin eşi Sibel İpekçi’ye “O dönemde gazetenin alınması girişimleri olmuştu, Yusuf Çelikkaya olayların içinde olmasaydı, bu durumu bilmezdi” açıklamasını yaptığı gerekçesiyle 5 milyar lira tazminat davası açtı.
İhbar üzerine soruşturma başlatılırken, İpekçi ailesi Avukatı Turgut Kazan, davanın zamanaşımına uğramasından sonra birçok delilin ortaya çıktığını savundu. Hukukçular ise davanın zamanaşımına uğramasına karşın, ek süreyle uzatılabileceği görüşünü belirtti.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu ise, Abdi İpekçi davasında yargının sağlıklı işlemesini engellediği gerekçesiyle İçişleri Bakanlığı ve MİT Müsteşarlığı görevlileri hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu.
İtalya Cumhurbaşkanı Carlo Azeglio Ciampi, 1981 yılında Papa İkinci Jean Paul’e suikast girişiminde bulunan terörist Mehmet Ali Ağca’nın affını 13 Haziran 2000′de imzaladı. Ağca, affı onaylanır onaylanmaz bir uçakla Türkiye’ye getirildi ve Kartal Cezaevi’ne kondu. Ancak İpekçi davasının zaman aşımına uğraması nedeniyle Ağca’nın tekrar aynı davadan yargılanmasının söz konusu olmadığı açıklandı.
Ağca, Türkiye’ye getirilişinin üçüncü gününde Kadıköy Adliyesi’nde gasp davasıyla ilgili mahkemeye çıkarılan Ağca, duruşmadan önce “Ben Abdi İpekçi’nin katili değilim. Ben sadece aktördüm” dedi.
İpekçi’nin öldürülmesinin hemen ardından başlayan ve 21 yıl sürdükten sonra zamanaşımına uğrayan davanın ardından, Yalçın Özbey ve Yusuf Çelikkaya hakkında “Taammüden adam öldürmek suçuna katılmak” suçundan 20 yıldan aşağı olmamak üzere ağır hapis cezası istemiyle yeni bir dava açıldı. İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davanın ilk duruşmasında tanık olarak mahkemeye çağırılan Mehmet Ali Ağca, tanıklık yapmayacağını söyleyerek yemin etmedi. İfadesi “yeminsiz” alınan Ağca, “Yalçın Özbey, bazı yerlerde İpekçi suikastına karıştığını anlatıp övünüyordu. Bu trajedide övünecek ne varsa? Ben bu karanlık suikastın en büyük mağduruyum” dedi.