24 Ocak 2011 Pazartesi

En İlginç Yaratılış İnanışları

İnsanlığın her zaman merak ettiği ve çözmeye çalıştığı bir konudur yaratılış. Varlığından daha yüce bir şeyin olduğuna inanma ve etrafında olup bitene bir mantık katabilme ihtiyacının bir karışımıdır bu. İnsan bunu bireysel olarak nasıl yaşarsa uluslar da aynı süreçten geçerek bir anlamlandırma çabasına girer. İşte o noktada da yaratılış mitleri çıkar. Dünyanın her yanında farklı bir yaratılış efsanesi bulunur. Bunu kültür farklılıklarına bağlayabileceğimiz gibi dönemsel parametrelerle de bağdaştırabiliriz.
Dünyanın en eski medeniyetlerinden biri olan Çin’de yaratılış hikâyeleri çeşitlidir. Fakat en yaygın olarak bilinen efsane günümüz okumalarında üretkenlik sembolü olarak görülen yumurtayla başlar. Ne var ki burada yumurta siyahtır. Taocu rahiplerin anlattığı hikâyeye göre bu bahsedilen yumurtanın içinden Pangu isimli tanrı çıkmıştır. Doğumu sırasında Pangu yumurtayı ikiye ayırır. Beklenileceği üzere yukarıda kalan kısım gökyüzünü, aşağıda kalan kısımsa yeryüzünü oluşturur. Tanrı Pangu bir insan misali büyüdükçe gökyüzü ve yeryüzü arasındaki mesafe artar. Nihayet tanrı öldüğündeyse vücudunun farklı kısımları yeryüzü şekillerini yaratır. Böylece yeryüzü bilindiği biçimini alır. Budizm inancındaki iç ahlaka karşılık olarak yaratılış efsanesinde bir tanrıdan çıkan çoklukla karşı karşıya kalmamız bakış açısındaki değişime dair bir işaret olabilir.
Hinduların oluşumu da benzer şekilde çok eskilere, ilk çağlara kadar dayanır. Aslına bakılırsa bu iki Doğu medeniyeti (ve İran medeniyeti de) dünya tarihinde ve her anlamdaki gelişmelerde büyük rol oynamıştır. Öyleyse Hinduların da yaratılış efsanesine bir göz atmak gerekebilir. Hindular kainatın tek bir büyük gücü olduğuna inanır ve bu gücün de tanrı olduğunu söylerler. Ancak bu tanrıdan da yine çokluk çıkmaktadır çünkü pek çok farklı biçimlerde görülebilmektedir. Yani diğer tanrı ve tanrıçaların biçimine girmesi şaşırtıcı bir durum olmaz. Belki de buna bağlı olarak Hinduizm’de pek çok farklı yaratılış hikâyesi vardır. Bunlardan birine göre, bildiğimiz zaman başlamadan önce ne gökyüzü, ne yeryüzü ne de aralarındaki boşluk vardır. Hiçliğin kıyılarını dev, karanlık bir okyanus yıkar. Bu sularda da büyük bir kobra bulunmaktadır. Lord Vishnu da bu uçsuz bucaksız yerdedir ve güçlü yılan onu izlemektedir. Vishnu huzurlu biçimde uyurken derinlerden Aum isimli bir mırıltı gelerek etrafı titretmeye başlar. Aum büyür ve yayılır, boşlukları doldurur, enerjiyle çarpar. Gece bitmiştir artık. Vishnu uyanır ve şafak sökerken Vishnu’nun göbeğinden muhteşem bir nilüfer çiçeği çıkar. Açan çiçeğin ortasında Vishnu’nun hizmetkârı Brahma vardır. Lord’unun emirlerini bekler. Vishnu zamanın geldiğini söyleyince yaratılış süreci başlar. Suların üzerinden bir rüzgâr geçer, Vishnu ve yılan yok olur. Brahma çiçeğin içinde kalmıştır. Kollarını kaldırarak rüzgârı ve okyanusu sakinleştirir, nilüferi üçe ayırır. Ayrılan parçalardan birini gökkubeye, birini yeryüzüne doğru uzatır. Sonuncusuyla da göğü yaratır. Çıplak olan yeryüzü için yine Brahma çalışır. Canlı bitkileri yaratır ve onlara duygu verir. Daha sonra hayvanları yaratır. Kuşlara uçma, balıklara denizde kalabilme özelliği verir. Kısa süre içinde yeryüzü yaşamla ve Brahma’nın yarattıklarının sesiyle dolar. Bu mit, daha sonra ismini bulacak olan animistik inançla ilgili de bir ipucu verir. Tahmin edin neden. Hani şu nazar değmesin diye vurduğumuz tahta var ya, aslında onun sebebi, tam da Brahma’nın duygu verdiği ağaçlardan kaynaklanmaktadır. Çıkış noktası tam olarak bu mit olmasa da, doğadaki şeylerin birer tanrı gibi güç sahibi olduğuna dair inanış öyle kanıksanmıştır ki tahtaya (ağaca) her üç kere vuruşumuzda aslında tanrıların bizi duyup ‘nazardan’ korumasını bekleriz.
Bir de kapı komşumuz olan dünyanın en eski medeniyetlerinden Yunanlıların yaratılışı yorumlama biçimi var. Herkesçe bilinen Yunan mitolojisine göre başlangıçta kaos, boşluk vardır. Bu boşlukta var olan tek şeyse siyah kanatları olan Nyx isimli kuştur. Kuş, rüzgârla beraber altın bir yumurta verir ve çağlar boyu bu yumurtanın üzerinden kalkmaz. Nihayet yumurtanın içinde hayat kıpırtıları kendini gösterir ve içinden Eros, aşk tanrısı çıkar. Kabuğun üst kısmı yükselerek gökyüzünü, alt kısmı da inerek yeryüzünü oluşturur. Eros gökyüzüne Uranus, yeryüzüne de Gaia adını verir ve bu ikisini birbirlerine âşık eder. İkisinin çocukları ve torunları olur. Çocuklarının bazıları, kendi çocuklarındaki güçten korkar. Kronus, kendini korumak amaçlı daha bebeklerken kendi çocuklarını yer. Ancak eşi Rhea, en küçük bebeklerini saklar. Onun yerine Kronus’a bir kundağa sarılı taş verir. Saklanan çocuk Zeus’tur ve büyüyünce annesinin öğrettiği biçimde babasını kandırarak kardeşlerini kurtarır. Böylece Zeus önderliğindeki çocuklarla baba arasında bir savaş başlar. Gençler bu savaşı kazanır ve Gaia’da hayat başlar, Uranus’e yıldızlar dolar. Yeryüzünün insan eksiğiyse meşhur Pandora mitiyle kapatılır.
Elbette semavi dinlerde de bir yaratılış inancı vardır ve bunlar kutsal kabul ettikleri kitaplarda belirtilir. Örneğin Hristiyanlar tüm evrenin altı günde yaratıldığı ve yedinci günde tanrının dinlendiği inancındadırlar. Bu yüzdendir ki haftanın son günü olarak kabul ettiğimiz Pazar onların ilk günü ve dinlenme günüdür. Oluşumsa tanrının ruhuyla gerçekleşir. Tanrı şekilsiz bir boşluk olan karanlığı sözle (logos) biçimlendirir. “Işık olsun” der ve gün yaratılır. Diğer yaratılar da aynı yolla vücut bulur. Yahudi (ki Hristiyanlık ve İslamiyet de buradan gelmektedir) ve İslam inançları da Hristiyanlıktan farklı değildir. Hepsinde yaratılış tek ve güçlü bir Tanrı (Allah ya da Yahova) tarafından yapılır ve Adem ilk peygamber olarak kabul edilir.

Kaynak:www.onemlibilgiler.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder