25 Ocak 2011 Salı

Kalemin Milyon Yıllık Tarihi

İşaret parmağından çiviye, bambu kamışlardan kuş tüylerine, mürekkepli kalemlerden kurşunkaleme, daktilodan klavyeye kadar gelen yazı araçlarının serüveni nasıl devam edecek?




NEDEN KALEM KULLANIYORUZ? BİLGİSAYARIN GELMESİYLE KALEM ÖLDÜ MÜ? CEVAP: DÜŞÜNCE ÖLÜR MÜ Kİ, KALEM ÖLSÜN!
Bir kuş, bir fare, bir kurbağa ve beş tane ok. Bu varlıklar, otuz kelimenin söyleyebileceklerini anlatmak için kullanılırdı önceleri; yazımızın ve kalemimizin olmadığı zamanlarda. İskitler, komşuları Perslere diyorlardı ki: Bir kuş gibi uçmayı, bir fare gibi toprağın altında saklanmayı, bir kurbağa gibi bataklıkta sıçramayı bilmiyorsanız, bizimle savaşmaya sakın ola kalkışmayın. Topraklarımıza ayak bastığınız anda, oklarımızın şiddeti sizleri yok edecektir.

Kalemin tarihi yazının tarihinden eskidir. Ne kadar eski olduğunu anlamak için işaret parmağınıza bir bakın. Toprağa ya da kuma, atalarımızın bu parmaklarıyla ilk işareti çizdiği zamanların, tarihin başlangıcı saydığımız yazının icadından bin yıllar öncesi olduğunu siz de fark edersiniz. Parmaklarımızın yerini alan kalemin yazıyla birleşmesi, Sümerlerin düzgün tabletler üzerine yazmak için çivi ve keskin objeleri kullanmasına rastlar. Parmak ve çividen sonrası; kamış fırçalar, şimşir veya metal levhalar, fildişi kalemler, kuş tüyleri, mürekkepli kalem, kurşunkalem, tükenmez kalem, daktilo, klavye ve gözler diye günümüze gelir.





Her şey Mezopotamya'da başladı. Sümerler ve Akadların paylaştığı topraklarda, yaklaşık altı bin yıl önce ilk piktogramlar (resim yazılar) çizilmeye başlandı. Bulunan ilk tabletlerdeki piktogramlar daha çok ziraat kayıtları için tutulan muhasebe hesaplarıydı. Bu işaretler, yumuşak kil tabletlere sivri uçlu kamış kalemlerle çiziliyordu. Kalemin atası sayılan sivri uçlu bu kamışlar, taze kil üzerinde yuvarlak şekiller çizemiyor; aksine daha köşeli ve düz, yani çivi biçimli kalıp çizgiler çekmeye yarıyordu. Bu yüzden yazı, çivi yazısı olarak adlandırıldı, kamış kalem de çivi olarak akıllarda kaldı. Piktogramların MÖ 3000 yıllarında daha çizgisel işaretlere dönüştüğü yıllarda, Mısır'dan Çin'e birçok bölgede farklı yazı sistemleri ve araçları doğuyordu. Eski Mısırlılara göre yazıyı yaratan Tanrı Thot, onu insanlara bağışlamıştı. Tanrıların yazısı anlamına gelen 'hiyeroglif', daha çizgisel ve geometrik çivi yazısından farklı olarak, şiirsel ve hayranlık verici bir üslupla çizilen resimlerden oluşur. Bu yazı, Nil Deltası'nda bol yetişen bir bitki türü olan papirüs üzerine yazılırdı. Bu yüzden yazıcı, kullanım amacına uygun olarak, ucu yontulmuş veya düzleştirilmiş bir kamışla çalışırdı. Mısırlıların kullandıkları mürekkep; is tozu ve su karışımına bir tür yapıştırıcının eklemesi ile elde ediliyordu.




Aslında ilk mürekkep, MÖ 2697'de Çinli filozof Tien-Lcheu tarafından bulunmuştu. İs, gaz yağı, misk ve eşek derisinden elde edilen bir tür yapışkan maddeyle yapılan bu mürekkep, ilk başta hiyerogliflerin siyaha boyanmasında kullanılırken, sonraları hem kağıdın hem de mürekkepli kalemlerin icat edilmesini sağladı. Romalıların daha da geliştirdiği kamış kalem, tüp şeklindeki bambu veya sazlardan yapılıyordu. Tüpün bir ucu kesilip içi mürekkeple dolduruluyordu. MS 400'lü yıllarda bulunan yeni mürekkep formülü, yüzyıllarca kullanılacaktı. Buna göre mürekkebe demir tozu, meşe palamudu tozu ve reçine gibi maddeler katılıyordu.






Yüzyıllar boyunca kullanılan tüy kalemler de bu formülden üç yüzyıl sonra geliştirildi. En değerli olanları, ilkbaharda canlı kuşlardan alınan, sol kanadın dışındaki ilk beş tüyden yapılırdı. Kanattaki tüyler dışa doğru eğimli olduğundan, özellikle sağ elle yazanlar için en uygun açıyı sağlıyordu. Zor bulunduğu için kuğu tüyü daha kıymetliydi. Daha çok bulunan kartal, baykuş, şahin, hindi ve horoz tüyleri de uzun zaman kullanılan kalemlerdendi. Ne ki, bu kalemler kuştan koparılır koparılmaz kullanılamazdı. Hazırlanması için en az bir haftaya ihtiyaç vardı. Tüy kalemlerin olumsuz yanı ise, kâğıda mürekkep damlatmamak için çok dikkat ve deneyim gerektirmeleriydi. İşte bu zorluk, bugün kullandığımız kalemlerin icadını zorunlu kıldı.
Önce Havada Sonra Karada: Tükenmezkalem
'Çok böbürlenmeyeyim ama, yazmak için yeni bir gereç bulduğumu sanıyorum...' Bu alçakgönüllü sözlerin sahibi Aix-la-Chapelleli yargıç Johanne Jantssen'dir. Aynı yıllarda Boston Mechanic, çelik kalemi kastederek; 'Kentimizde çok iyi tanınan saygıdeğer vatandaş Perregrine Williamson bu kalemi bulmuştur' der. 1808 tarihli bir Alman yayını, çelik kalem buluşunu Königsbergli bir öğretmene mal eder. İddialar şunu gösterir ki, mürekkepli çelik kalemler 18. yüzyılın sonlarına doğru, dünyanın çeşitli yerlerinde bulunmuştur. Alonzo Townsend Cross'un 1878 yılında geliştirdiği ve patentini aldığı stilografik kalem ise günümüzün tükenmez kalemlerinin öncüsü sayılır. Cross, yine 1846'da mekanizması bugün bile kullanılan, ilk mekanik aksamlı kurşun kalemi de geliştirir.

Kaz tüyünün 1000 yıldan fazla kullanılmasının nedeni, onun niteliklerine eşdeğer bir madde bulunamamasından geliyordu. Kâğıdı yırtmayacak kadar yumuşak ve esnek tek maden altındı ve bu çok pahalıya geliyordu. Elle yapılan çelik kalemler çok sert olduğu için istenilen sonuç elde edilemiyordu. Endüstri Devrimi ile gelişen mekanik yöntemler, ucuz ve nitelikli çelik kalemlerinin üretimini de beraberinde getirdi. Ne ki, 1884 yılında Lewis Edson Waterman, o güne kadar yapılan kalemlerden daha iyi bir kalem tasarladı. Bu dolmakalemin ucunda bir hava deliği ve üç küçük kanal yer alıyordu. Böylece mürekkep kâğıda damlamıyor ve kalemin ucuna daha kolay gelebiliyordu. Bugün de bir dolmakalemde, geliştirildiği yıllardaki gibi dört ana bölüm bulunur. Kâğıtla temas eden uç, uca mürekkep sağlayan altındaki mekanizma, kalemi tutmamıza yarayan birleştirici silindir ve silindirin içindeki mürekkep haznesi. Bu hazneye mürekkep doldurmak için 20. yüzyılın ilk çeyreğinde özel basınç sistemleri kullanıldı. 1950'lere gelindiğinde ise, bugün kullandığımız değiştirilebilir kartuşlar geliştirildi. Ne ki, 50'lerde dolmakalemin pabucu çoktan dama atılmıştı.

19. yüzyıl sonlarında, dolmakalemle aynı tarihlerde geliştirilen tükenmezkalem, ne gereği var denilerek seri üretimine geçilmeyen bir denemeden ibaretti. Lazslo Josef Biro adlı Macar gazeteci, 1938 yılında bugün de kullandığımız tükenmezkalemlerdeki sistemi geliştirdiğinde ise sadece kendi zorluklarını aşmak istiyordu. Gazeteci olan Biro, baskıda kullanılan mürekkebin gazete sayfalarında hemen kuruduğunu fark etti. Bu mürekkebi, dolmakalemde de denemek istedi, ama olmadı. Diğerlerinden daha yoğun olan bu mürekkep, dolmakalemin ucuna akmıyordu. Bu yüzden dolmakalemin ucundaki düzeneği değiştirerek buraya bir bilye yerleştirdi. Bilye her turda aldığı az miktardaki mürekkebi, düzgünce kâğıda geçiriyordu. 20. yüzyılın ortalarında gelişen uçak endüstrisi de, tükenmezkalemin dünya çapında kullanılmasının yolunu açtı. Şöyle ki, uçaklar 2 kilometrenin üzerine çıktıklarında hava basıncı azalıyordu. Dolmakalemin içindeki mürekkep atmosferik basınçta doldurulduğu için, daha düşük basınçta kendiliğinden aktığından, hem yazıları hem de giysileri berbat ediyordu. İkinci Dünya Savaşı'nda hava kuvvetlerinde yoğun olarak kullanılan bilye uçlu bu kalem, zamanla günlük hayatımızın en önemli aracı haline geldi. Yani, birçok kalemde pilot ibaresini görmenizin nedeni, sadece kalemin uçurmasından değil. Kalem neyi mi uçurur? Kelimeleri, düşünceleri, duyguları, yani sizi!
Bakir Topraklarda Yağız Bir At
'Ben sanatçıyım, bir nesne oluşturmamdan değil, yazı aracılığıyla vücudumun bakir bir yüzeye, ritmik olarak bir şeyler çizip yerleştirmesinden kaynaklanıyor bu.'
Roland Barthes, Yazının Uygarlığı.

Yazı yazmayı neden bu kadar çok seviyorum? Barthes, bu soruya cevap ararken, yazının sanata ait bir alan oluşturduğunu söyler ve yukarıdaki cümleyi yazar. Hem sorunun hem de cevabın hemen yanı başında şu da kafamızı kurcalar: Neden hâlâ kalem kullanıyoruz? 19. yüzyılda kalem teknolojisi gelişirken, başka yazı gereçleri de keşfediliyordu. Daktilo bunların başında geliyordu. Ardından ilk hesap makineleri ve ilk bilgisayarla birlikte klavye geldi, daktilonun da yerini aldı. Şimdi ise teknolojinin üzerinde çalıştığı şey klavyesiz yazı, yani araçsız. Geliştirilen bazı programlar sayesinde, bilgisayar ekranında gözünüzün odaklandığı harfler yazıya dönüşüyor. Yani artık yazı aracı ve onu kullanan el yok. Söz oluştuğu yerden dışarıya aktarılıyor, kafatasımızdaki organlarımızdan. Milyon yılların getirdiği genetik pratik, yani beynimizle ellerimiz arasındaki en önemli alışverişin büyük bir kısmı sonlanıyor. Yapay zeka, gerçekten de amaçladığına yaklaşıyor. Dijital beyin, düşünceyi ve aracılarını kendi içinde üretip dönüştürüyor. Ama yine de elimizde kalem var, hatta şimdi benim elimde, bu kelimeleri ilk önce kâğıda aktarırken. Neden hâlâ kalem kullanıyoruz?

Bu da, birçok şey gibi, Gutenberg'e uzanır. Daktiloyla, klavyeyle ya da araçsız yazı, hep matbaanın uzantılarıdır. Bunların hepsi yazılanı, yani sözü çoğaltmak için varlar. Hepsinin ruhunda sözün daha çok kişiye ulaşması ve daha hızlı üretilmesi yatıyor. Hız ve bilgilendirme, bunlar çağımızın diğer adları. Aslında dünyamızı döndüren, zamanımızı eviren ve çevirenler. Neden 21. yüzyıla, büyük devletlerin literatüründe 'Enformasyon Çağı' yazıyor da, bizim gibi ülkelerde 'Bilgi Çağı' diye okunuyor? Neden, bilginin İngilizce karşılığı 'Know How'ken, bilgilendirmenin karşılığı olan 'Information'a da 'Bilgi' diyoruz? Şimdi bunu düzeltebiliriz, çağımız 'Bilgilendirme Çağı'. Biz bilgilendiriliyoruz sadece, birileri düşünüyor ve istediklerini bize söylüyor. Söylenene ise biz bilgi diyoruz, çünkü bildiğimizi sanıyoruz. Yaptığımıza yanılgı diyebiliriz. Çünkü onlar bildiriyorlar, biz bilgilendiriliyoruz. Söyledikleri sözler hızla yazılmak ve hızla çoğaltılmak zorunda. Kalemin yerine geliştirilen diğer yazı araçları, işte bu alanda top koşturuyorlar. İşte kalem tutmanın farklı yanlarından biri de burada duruyor. Sormamız gereken, bilgi nerede doğdu? Kim düşündü? Kim yazdı? Kalem kimin elinde?


Kalem sanatın ve felsefenin elinde. Bu cümle günlük yaşantının içinde her an kullandığımız kalemi yadsımıyor; aksine kalemin bizden ayrılmayan tarafını vurguluyor. Nedir, Gutenberg'in icadından sonra el yazısının, yani kalemin unutulacağı düşünüldüğünde, Rimbaud kalem tutan elin düşüncenin vazgeçilmez aracı olacağını söylemişti. Düşünce sonsuzdur. Barthes'in bahsettiği yüzeyin bakirliği de sonsuz olasılık sağlar. Elinizde kalemle boş bir kâğıdın başına geçtiğinizde, düşünecekleriniz ve hissedeceklerinizi ancak önceki deneyimlerinizden tasavvur edebilirsiniz. Sonrasındaki macerada, eliniz kâğıt üzerinde hareket ederken, düşüncelerinizin kıvrımlarına da dokunur. Harfler birbirini tamamlar, kelimeler birbirine bağlanır, duygu düşüncenin içinde ağ kurar. Bu haz, tarih öncesi devirlerde mağara duvarlarına çizilen resimlerden bile kök alır. O resimler yazı değilse de, simgesel anlamlar sözü tanımlar. Çizgiler içgüdümüzün sesidir. Barthes'in de dediği gibi, bir yere bir şeyler çizme insanın bir arzusudur. Bu arzu yazının vücuttan kaynaklanmasından doğar. Birçok resimde gördüğümüz grafikler şunu gösterir ki; yazmak yalnızca teknik bir edim değil, vücudun keyif almasıyla ilgili bir pratiktir de. Düşüncenin söze aktarılışı sanata ait bir alanda gerçekleştiği içindir ki; kalem sanatın ve felsefenin elindedir.

Bunca yazı aracından sonra, 'Kalem öldü mü? Daha ne kadar kullanırız' sorularını şimdi kendiniz cevaplayın. Boş bir kâğıt alın. En basitinden bir imza atın, ki elinizin uzun yıllarda yarattığı o pratikteki kıvrımları ve köşeleri görün. Sonra düşünün, düşünürken kaleminiz oynasın. O sırada kalemin duyguyu ve düşünceyi nasıl işlediğini hissedin. Bu arada şunu da söylemeyi unuttum; düşünce ölür mü ki, kalem ölsün?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder